Denizin türküsü

1 Ağustos 2017

“Cuma günü sabahın sekizinde Saltes’teki kum setinden yola çıktı.”

Kristof Kolomb, 3 Ağustos 1492

3 Ağustos 1492 tarihinde Cenevizli denizci Cristoforo Colombo ya da söylenile geldiği gibi Kristof Kolomb, üç gemi ve yanındaki denizcilerle birlikte İspanya’nın Cadiz Boğazı’ndan geçerek sonu bilinmeyen bir yolculuğa çıktı. O zamanın algısıyla belki de öcülerle karşılaşılacak, deniz canavarlarıyla savaşılacak bir yolculuktu bu. Ne kadar süreceği konusunda bir tahmin vardı ama test edilmiş bir şey değildi bu. Belki de yolculuk esnasında sonsuz bir boşluğa düşeceklerdi. Daha da kötüsü ve en gerçekçi olanı karaya bitmeden erzakları tükenecekti.

Limandan ayrılan Santa Maria ve diğer iki gemi bir yıl boyunca bir daha deniz feneri göremeyecekti. Daha vahim olanıysa haftalarca karaya ayak basamayacaklardı. Deniz fenerlerinin kılavuzluğu olmadan geceler boyu kapkaranlık, yer yer fırtınalı bir yolculuğun sonunda bir denizci, tam iki ay ve bir hafta sonra yeni karayı görür. 12 Ekim sabahı gerçekleşen hadise yeni dünyaya, Avrupalıların ilk adımı olur. Sonrasında dünyada hiçbir

Yazının Devamı

Hayatta kalmak zaferdir

28 Temmuz 2017

2010 yılının yaz aylarında bizi sinema öğrencilerinin öykündüğü, hayat hikayesinden kendimize pay çıkardığımız bir yönetmenin yeni filmi gösterime girmişti. Uzun süre beklediğimiz Inception için Avşar Sineması’nda benzerini pek hatırlamadığım bir kalabalıkla filmi izlemeye başlamıştık.

Filmin sonunda, okuduğumuz bölümü bırakmaya, icabında yeniden üniversite sınavına hazırlanmaya karar vermiştik. Çünkü Christopher Nolan artık yapılabilecek her şeyi yapmıştı bizim gözümüzde. Gençlikti, heyecandı deyip o anki duygularımız geçiştirilebilir. Evet, sonuç olarak gelecek kaygısı ve bunun gibi etkenler nedeniyle üniversiteyi bırakmadık. Ancak her Christopher Nolan filminde benzer bir düşünceyle ayrıldım salondan.

En son dün akşam bir seneden fazla bir süredir beklediğim Dunkirk’ü izleme fırsatını yakaladım. Nolan, tıpkı son Batman filminin başındaki uçak sahnesinde olduğu gibi “başı böyleyse sonunda kim bilir daha ne olacak?” cümlesini sordurdu bana. Bundan sonrası azıcık spoiler içerebilir ama bence dert etmeyin, zira bir Nolan filmi Nolan çekti diye izlenir.

Kansız ve düşmansız savaş

Kuzey Fransa’daki bol gelgitli ve alabildiğine uçsuz bucaksız Dunkirk sahilinde, geniş

Yazının Devamı

İyi ki doğdun Kubrick

26 Temmuz 2017

Onun hikâyesinin başlangıcı hemen hemen her göçmeninki gibiydi. New York’ta, Macaristan’dan kalkıp gelmiş bir ailenin bebeği olarak hayata gözlerini açtığında takvimler 26 Temmuz 1928’i gösteriyordu. Gelecekte sinema tarihinin en büyük yönetmenlerinden biri olarak karşımıza çıkacak olan Stanley Kubrick’in yaşam macerası böylece başlamıştı.

21 yaşındayken ünlü Life dergisine önce dışarıdan sonrasında kadrolu fotoğrafçılık yapmaya başlayan Kubrick, zamanla tutkuyla bağlı olduğu sinemaya, mevcut filmlerin daha iyisini yapabilmek adına geçmeye karar vermişti.

Bu karar, sırf Stanley Kubrick için değil, biz sinema tutkunları için de bir dönüm noktası oldu. Life dergisinde kalsa mutlaka çok güzel kareler yakalayacak, gelecekteki bir günde de derginin fotoğraf müdürü olacaktı. Ancak Stanley Kubrick o mükemmeliyetçi ve hırslı yapısıyla konfor alanına sıkışmak yerine yeni bir atılımı seçti.

Sinema Yılları

Boksör Walter Calter’ın hayatını anlatan kısa belgeselle sinemaya adım atan Stanley Kubrick, 1951–1953 yılları arasında ağırlıklı olarak kısa film çekimleriyle uğraştı. 1953’e gelindiğinde ise ilk uzun metrajlı filmi olan “Fear and Desire” ile hem kendisi hem de insanlık için

Yazının Devamı

Hayatımın en özel konseriydi, biliyordum

25 Temmuz 2017

1817 yılının Viyana yazına gidelim. Huysuzluğuyla olduğu kadar dehasıyla da herkesin saygı duyup canlı dinlemek için heveslendiği Ludwig van Beethoven’in bir konserinde ön sıralarda olduğunuzu düşünün. Üstelik bunu yaparken henüz daha evlenmemiş, çoluk çocuğa karışmamış bir yaşta olduğunuzu da hesaba katın. Yani önünüzde daha uzun yıllar var ve ileride torunlarınıza anlatacağınız harikulade bir anı biriktirmiş oldunuz. Belki de canlı canlı 7. Senfoni’yi dinlediniz…

Şimdi 1817’den iki yüz yıl sonrasına bir İstanbul yaz gecesine gidelim. ENKA Eşref Denizhan Açıkhava Tiyatrosu’nda Fazıl Say’ı canlı canlı hem de sahne içinde evet, sahne içinde izlediğinizi düşünün. Üstelik oturduğunuz konum itibariyle Fazıl Say piyanosunu çalarken bir yandan da sık sık sizinle göz teması kuruyor. Bu bakışlar belki de bir konsantrasyonun eseri ve belki de o an, aslında o ambiyansın bütününde siz hiç yoksunuz. Yine de Fazıl Say’ın konsantrasyonunu bozmamak için size her bakış attığında mum gibi oluyorsunuz…

İşte dün gece de benim tam olarak yaşadığım buydu. İki yüz yıl önce Beethoven’in o konserinde bulunanlar ne kadar şanslı olduklarının bilincindeler miydi bilmiyorum ama ben ben dün gece için

Yazının Devamı

İlham perisi

20 Temmuz 2017

Müziğin popüler kültür enstrümanı olduğu İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde özellikle rock grupları sayısında patlama yaşanmıştı. Bilhassa İngiliz kökenli ve ağırlıkla gençlere hitap eden gruplar The Beatles’ın açtığı yolda ilerlediler.

Rolling Stones, Pink Floyd, Queen, Depeche Mode, Oasis ya da Coldplay gibi gruplar bu İngiliz müziğinin her on yıllık dönem için taşıyıcısı konumunda oldular. İyi ki bu insanlar bir araya gelip müzik üretmişler. İçlerinden bazılarının müzikal macerası bir şekilde sonlansa da geride bıraktıkları muazzam bir miras var.

Ekseriyetle lise yıllarına tekabül eden yaş aralıklarında başlayan müzikal serüven bu grup üyelerinin gelecek rotalarını da çizdikleri dönem anlamına geliyor. Kafa dengi grup üyeleri bulmak işin en önemli kısmı olsa da çarpıcı bir isim de gruplar için hayati öneme sahip.

Oliver Cromwell’ın başta olduğu dönemi saymazsak tarih boyunca hep hanedanlar tarafından yönetilen İngiltere’de –Aslında Britanya demeliyiz- kurulacak olan bir müzik grubu için herhalde en iddialı ve çarpıcı isim Queen olurdu. Nitekim grubun isim babası Freddie Mercury, kendisine yakışır bir şekilde bu mükemmelliğe imzasını atmıştı.

Ancak Freddie Mercury

Yazının Devamı

Sevgili Brütüs

18 Temmuz 2017

Bernard Shaw’ın kapı komşusu, H. G. Wells’in dostu, Robert Louis Stevenson’ın mektup arkadaşı. Bitmedi! Rudyard Kipling ve Arthur Conan Doyle gibi isimlerden oluşan kriket takımının kurucusu…

O devirde İngiltere’de eli kalem tutan bunca insanın yolunun kesiştiği isim olan Sir James Matthew Barrie’den söz ediyorum. Bu isim, yazdığı bir kitap, adının çok ötesine geçip masallaştığı için belki kimisine tanıdık gelmeyebilir. J. M. Barrie, çocukluk çağında hemen hemen herkesin izlediği ve üstünde iz bırakan Peter Pan’ın yazarı.

Yazdığı Peter Pan birçok kez çizgi filme uyarlansa da kendi hayatı ne üzücüdür ki henüz beyazperdeye taşınmamıştır. Zira yazarın ömrünün ilk yıllarından başlayarak sinemanın olmazsa olmazlarından olan dram peşini bırakmaz. Kendisi henüz altı yaşındayken kardeşi vefat etmiş, ardından annesi bu acının pençesinde derin bir depresyona girmiş olan Barrie’de bu yaşadıkları silinmez yaralar açar.

Küçüklüğü acılarla geçtiğinden ileride kendisini sorumluluğunu üstlendiği Llewelyn Davies ailesinin çocukları ona hem Peter Pan’ı yazmada ilham kaynağı olacak hem de kitabını ilk okuduğu dinleyici grubu olacaktı. Neverland ile kurduğu dünya ondan sonra gelecek

Yazının Devamı

Zarafetin simgesi Grace Kelly

14 Temmuz 2017

Birkaç yıl önce müzik dergileri genç bir adamı sesinden ötürü yeni Freddie Mercury ilân etmişti. Tamam, sesi ortalamadan iyiydi ama Freddie‘ye benzetmek epey bir abartılıydı. Mika isimli bu genç müzisyen Grace Kelly isimli şarkısıyla kısa sürede listelerde yukarıya tırmanmıştı.

Grace Kelly gibi olmak isteyip de olamayan birinin tempolu bir dramıydı bu şarkı. O dönemler Grace Kelly ismi benim için sadece evdeki sinema ansiklopedisinde hakkında yazılan bir sayfalık yazıdan ibaretti.

Şarkı, o dönem Mika’ya şöhret kazandırdı kadar bana da dünyanın en güzel ve zarif insanını tanıma fırsatı verdi. Bu yüzden o şarkıya minnettarım. Çok geçmeden Grace Kelly hakkındaki filmleri biraz zor olsa da edinip izledim. En sevdiğim, Arka Pencere mi Hırsızlar Kralı mı hâlâ kararsızım. Her ikisi de Hitchcock klasiği olan bu filmler benim gözümde Grace Kelly’nin daha da devleştiği anlar oldu.

Neydi Grace Kelly’yi bu kadar özel kılan? Neden Marilyn Monroe bir pop ikon olarak nevresim takımlarında bile yer bulurken Grace Kelly yalnızca çok özel duvarları süslüyordu? Monaco Prensesi olmasaydı da öyle bir unvanı kendisinde kolaylıkla taşıyacak zarafeti sahipti Grace Kelly. Belki de onu ayrı ve

Yazının Devamı

Her yaşın güzelliği

10 Temmuz 2017

Frank Sinatra orijinali Fransızca olan besteyi “My Way” adıyla İngilizce okuduğunda yüzyılın en büyük klasiklerinden birine imza atmıştı. Bu, bir nevi onun otobiyografisi gibiydi. Kaybedişleri, zaferleri, üzüntüleri, sevinçleriyle dolu bir yaşamın muhasebesi birkaç dakikalık bir şarkıya sığmış gibiydi.

Elbette tek otobiyografik şarkı değildi bu. Adını müzik tarihine yazdıran nice insan bu yoldan gitti. Sezen Aksu, “Hayat sana teşekkür ederim” demişti. Zeki Müren, her şeye meydan okurcasına “İşte benim Zeki Müren” diyordu. Freddie Mercury, son demlerini yaşadığı hayatı bir gösteriye benzetip ne olursa olsun devam ettirmeyi savunuyordu.

Öte yandan Charles Aznavour, doğal olarak hatalarla ve onların yol açtığı pişmanlıklarla dolu bir hayatla hesaplaşıyordu “Hier Encore”da. Nasıl akıp geçtiği tam anlaşılamayan bir hayata dair geriye dönüşün imkânsızlığının hüzünlü bir kabulüydü bu şarkı. Bir daha asla gelmeyecek olan yirmili yaşlarına dair duyduğu özlem, şarkının sonuna damgasını vuruyordu.

Başkalarıyla kavga etmeyi, meydan okumayı seven biri olsam şarkım “My way” olurdu. Kavgam ve hesaplaşmam kendimle olduğundan “Hier encore”u daha çok sevmeyi tercih ettim.

Bugün

Yazının Devamı