Her çağın yarattığı yenilikleri doğrultusunda, korkuları da o minvalde şekilleniyor. Misal, uçakların hayatımıza girmesiyle birlikte bir de uçak korkusunun ortaya çıkması gibi. Bu korku, nice seyahati kâbusa çeviren ya da başlamasına dahi mani olan bir duygu.
Bundan muzdarip biri olarak yaptığım tüm yolculukları -ki bunların en uzunu dört saati aşmadı- hemen hemen hiç konuşmadan, sadece öndeki koltuğa bakarak tamamlayabildim. On saatten uzun sürecek olan bir yolculuğu kaldırabilir miyim bilmiyorum ama görmem ve hissetmem gereken bazı şeylerin hatırına bunlara katlanmam gerekiyor.
Fransız siyasetçi ve düşünür Alexis de Tocqueville bundan yaklaşık iki yüz sene önce günler süren bir deniz yolculuğuyla tam da benim istediğim yere varmıştı. Amerika Birleşik Devletleri’ne…
Tocqueville, bu yeni dünyayı, eski dünyalı bir gözlemci edasıyla incelerken gözüne ilk ilişen şey Avrupa’da uğruna çok kan akan fırsat eşitliği olur. “Amerika’da Demokrasi” isimli eserinin ilk cildine bu konuya değinerek başlayan Tocqueville’in ayak bastığı ülkenin anayasasında, “herkes için mutluluğun peşinde gitme hakkı” kavramı yer alıyordu. Bu o zaman için büyük bir olaydı elbette. Hatta bugün için de öyle…
Sihrini kaybetse de…
Bu büyük cümle belki daha sonraları kimileri için sihrini yitirmiş olsa da beni hala bir mıknatıs gibi kendisine çekmeye devam ediyor. Dün, 241. yaşını kutlayan Amerika Birleşik Devletleri benim için hala bu anlama geliyor. Üstelik bunda, Hollywood’un ya da daha geniş manada Amerikan Kültürü’nün etkisi yok. Yani Rambo’nun bu konunun çok dışında.
Thomas Paine, Benjamin Franklin ve Thomas Jefferson gibi isimlerin düşüncelerinin eseri olan bu ülkeye Tocqueville’den yaklaşık yüz yıl sonra bir başka Avrupalı gözlemci daha uğrar.
Bir vicdanın temsilcisi olarak “Son Avrupalı” sıfatıyla anılan Stefan Zweig, yazdığı yol günlüklerinden anladığımız kadarıyla pek de bayılmamıştı bu ülkeye. Belki hayata başka pencereden baktığı için belki de geçen sürede köprünün altından çok su aktığı için böyle düşünüyordu. Bir yapaylık, bir duygusal eksiklik hissetmişti buraya dair. Jim Jarmusch’un “Stranger Than Paradise” filmini hatırlatan türde bir eksiklik. Zweig’ın yazdığı her şeye çok değer veren biri olarak buna yine de şerh düşüyorum.
Otuzlar kulübüne katılmaya hazırlandığım şu günlerde artık daha fazla ertelememem gereken şeylerin listesini çıkartırken böyle bir yolculuğu ilk sıralara koyuyorum.
Teşekkürler Jefferson ve Paine…