Derviş'in o dönemi kaleme alması gerçekten önemli. Çünkü bu tür dönemlerin içyüzünün kamuoyu tarafından bilinmesi çok yararlı... Kasım krizinden sonra, ama tam yılbaşından önce, Washington'a Derviş'in yanına gitmiştik. Bir akşam Derviş, Stanley Fischer dahil olmak üzere, birkaç arkadaşını yemeğe çağırdı. Konu, Türkiye'deki gelişmelerdi. Fischer, kasım ayındaki olayları bir döviz atağı olarak görüyor, bankacılık alanındaki sorunları ise göz ardı ediyordu. Piyasaya likidite verildiği takdirde faizlerin gevşeyeceğini, ama kurun tutulmasının mümkün olmayacağını, bu nedenle kasımda Merkez Bankası'nın yaptığının doğru olduğunu ısrarla savunuyordu. Derviş'in krize dair kitabı elimize geçmedi. Ama Derviş dostumuz olduğundan o dönemi yakından izledik. 2001 krizinin travmatik ortamında Batı destekli Derviş'in ekonomi yönetimine gelmesi Türkiye'de sermaye çevrelerini çok rahatlatmıştı. Kendisine büyük destek verdiler. Hatta sonra ona siyasette belli bir misyon atfettiler. Ama Derviş buna yanaşmadı. O akşamı Fischer "Bantlı dalgalanmaya kadar sabredelim" diye kapattı. Ertesi sabah Derviş'in çok yakın arkadaşı olan Uri Dadush yatırımcıların Türkiye'den ürktüklerini ve çıkmayı planladıklarını
Eğitim önemli, çünkü doğal zenginlikle kalıcı olarak kalkınmış ülke yoktur. Ucuz ve bol emekle, ya da yalın bir sermaye birikimiyle kalkınmış ülke olamaz. Ülkeler ancak bilgi birikimiyle kalkınabilir. Bilginin de iki boyutlu olması gerekir. Biri üretilmesi, diğeri de paylaşılması. Yani hem bilimsel araştırma şart, hem de toplumun eğitilmesi. Yıllar önce üç arkadaş siyasi bir toplantı için Eskişehir'e gidiyorduk. Yolda arkadaşlara sordum: "Türkiye'nin en önemli politikası hangisi olmalı?" Yanıt tekti: eğitim! Eğitim son derece önemli, ama o derece de sorunlu. Toplumun eğitilmesi, bir yandan ekonomik kalkınma, diğer yandan da uygarlığın gelişmesini sağlıyor. Bireyin yaşamda elde edebileceği en büyük ve en kalıcı değer eğitimle elde edilen bilgidir. Günün birinde insan parasını bile yitirse, bilgiyi yitirmez. Türkiye'de bilimsel araştırmaya milli gelirden ayrılan pay gayet düşük. Gerçi geçen yıl bu hükümet TÜBİTAK'a bol kepçe bir araştırma bütçesi ayırdı, ama bu çok yeni bir girişim. Toplumun eğitilmesindeki ciddi sorunlar ise sürüyor. Önceki gün Dünya Bankası Türkiye Direktörü Vorking milli gelirden eğitime ayrılan payın yüzde 7'yi bulduğunu, bunun AB ülkelerinin çoğundan yüksek
Ülkemizde 1990'lı yıllarda yılda ortalama 30 bin kişi boşanıyordu. Ancak 2001 yılından sonra bu rakam 50 bini aştı. Altı boşanmadan en az biri de İstanbul'da gerçekleşiyor. Oysa nüfusun 6 kişiden birisi bu kentte yaşamıyor. Demek ki, ya burada evlilikler daha çok sarsılıyor, ya da bu kentte anlayışlar daha farklı. Kuşkusuz bunun altında büyük kentin getirdiği zorluklar var. Ve kuşkusuz ekonomik özgürlükler anlayışları değiştiriyor. Boşanma kararı hep duygusal ve sosyal bir olgu olarak yansır. Eşler arasında duygusal bağlar aşınır, ya da kopar. Ya da farklı dünyalara ait olduklarını kavrarlar, geç de olsa. Mahkemeye gidilir, kayda "şiddetli geçimsizlik" geçer. Ve boşanılır. Bu noktaya kolay gelinmese de, daha sonra daha zorlu dönemler başlar. Ancak İstanbul'da boşanmak kolay değil elbette. Boşananlar bu koca kentte sosyal dayanışma zayıf olduğundan büyük sıkıntılar çekiyor. İlginçtir, boşanmalar ekonomik krizle beraber neredeyse ikiye katlanmış. Yani boşanmanın en önemli nedeni ekonomik kriz. Ancak boşanma sonrası ekonomik olarak büsbütün sarsılıyor.Oysa, anne ve babanın beraberliği olan ailelerde mali durumun daha iyi olduğu biliniyor. İşte bu nedenle ABD'de Bush yönetimi
Pekiyi, Türk bankaları sağlıklı mı? Mali bünyeleri güçlü mü? Kamu bankaları kriz öncesi çok hastaydı. Hükümetlerin popülist nedenlerle ucuz kredi vermeye zorladığı bu bankalar piyasadan pahalı biçimde borçlanıyordu. Bu zarar 2001 yılında Hazine tarafından borç senetleriyle karşılandı. Bankalar da bunları Merkez Bankası'nın gecelik olanaklarından kırdırdı. Bu rakam 18,5 milyar euroydu. Kamu bankalarına doğrudan 2,9 milyar, TMSF bankalarına da 27,1 milyar euro sermaye basıldı. Böylece kriz sonrası kamu bankalarına toplam 48,5 milyar euro kaynak ayrılmış oldu ve ülkemizde sermaye yeterlilik oranı yüzde 25'i aştı. Oysa AB ortalaması bu oran yüzde 12,5, yeni üyeler arasında ise yüzde 17. Yabancılara banka satmak moda oldu. Maşallah yabancılar da bu ekonomi, bu kadar bankayı kaldırır mı, demiyor. Önüne geleni alıyor. Demek ki, Türk bankacılık sektöründe göremediğimiz bir gelecek var. Özel bankalara da patronlar sermaye ekledi. Çünkü bu bankalar aslında aldıkları riskli pozisyonlar dışında para kazanmıyordu. O dönemde Hazine döviz kuru riskini üstüne almasına rağmen, batık kredilerin temizlenmesi için (çok laf üretilmesine rağmen) hiçbir şey yapılmadı. Buna rağmen, bankacılık kesimi şu
Sonuçta MB yüklü bir rezerve sahip oluyor. Bu denli yüklü bir döviz rezervi MB'nin kur taahhüdü varsa önemli. Çünkü kuru korumak için bu barutu kullanır. Ancak böylesi bir taahhüdü yoksa bu rezervle ne yapacak? Şu anda MB döviz rezervleri 50 milyar dolara yaklaştı. Döviz rezervinin ne düzeyde olması gerektiği çok tartışmalı bir konu. Kimi rezervleri ithalata oranlıyor. Bu yıl ithalat 115 milyar dolar kadar olacağına göre rezervlerin oranı yüzde 43'e yaklaşıyor. Kimi ise rezervleri kısa vadeli dış borçlara oranlıyor. Merkez Bankası (MB) gerek rezervlerini güçlendirmek, gerekse döviz kuru çökmesin diye sürekli piyasadan döviz topluyor. Bunu iki yöntemle yapıyor: biri doğrudan döviz alımı, diğeri günlük ihaleler. İkinci yöntemde, kur birdenbire, yahut hemen fırlamıyor. Aynı düzeyini uzun süre koruduktan sonra şu veya bu nedenle yükseliyor. Kısa vadeli borçlarımız da 37 milyar dolar kadar olduğuna göre, rezervler bunun yüzde 135'ini karşılıyor. Kimi ise toplam dış borca oranlıyor (ki biz bunu biraz hatalı buluyoruz). Bu durumda Türkiye'nin rezervleri dış borcunun üçte birini karşılıyor. Ayrıca bir de dalgalı kurda rezerv tutmanın anlamsızlığı konusu var.Bu açıdan bakıldığında MB'de
Olaya tersten bakalım. Hıristiyan ülkeler arasında dağlar kadar fark yok mu? Bakınız Afrika'daki Hıristiyan ülkelere ve Avrupa'dakilere.. Arada çok ciddi fark var. Kaldı ki, Müslüman ülkelerle Budist ülkeler arasında fark yok mu? Birçok Budist ülke Müslüman ülkeden geri. Budizm ülkeleri geri bırakır demek doğru olmaz. Dolayısıyla İslamı belli bir konuma sokuşturmak, onu küçültmek çok yanlış. Herkesin bayramı kutlu olsun. Bu bayramda dini bir konuya gireceğiz. Refahla din arasındaki ilişki öteden beri merak edilir. Bizde bazı tutucu-modernist kesimlerin söylemine göre, din toplumları geri bırakır. Hatta bunların kimisi İslam ülkelerinin geri kalmışlığına bakarak, İslamın ülkeleri geri bıraktığı kanısındadır. Gerçekten kimi Hıristiyan ülkeler, çoğu Müslüman ülkelerden daha zengindir. Ancak İslamla refah arasında ne ters, ne de düz bir ilişki vardır. Max Weber, Protestan etiğinin farklı olması nedeniyle bu toplumların daha farklı bir gelişme gösterdiğini savunmuştur. Gerçekten sanayileşme öncesi Protestan toplumlar Katoliklere göre daha farklı gelişmişlerdir. Reform elbette burada çok işlevsel bir role sahip oldu. Ancak konuyu sadece bu sınırda tutmak, ekonomiye de, toplumdaki
-4- 2006 yılında hükümet yüzde 5'lik bir büyüme öngörüyor. 2005 yılında da aynı öngörü vardı ve inşaattaki olağanüstü gelişmeyle büyük ölçüde tuttu. 2006 yılında öngörülen yüzde 5'lik büyümenin yakalanması ise daha zor. Bugün 2006 yılındaki olası ekonomik gelişmeleri değerlendireceğiz. Bir ekonomide temel hedef büyümedir. Büyüme varsa ve sürekliyse refah artar, zenginleşme olur. Dolayısıyla önce büyüme değerlendirilmeli. Bu yıl büyüme temel olarak döviz kuruna bağlı. Büyümenin üç güdüsünden biri olan tüketim yatay bir seyre girdi. Tüketici güven endeksleri, yahut CNBC-e'nin tüketim endeksleri bunu gösteriyor. Büyümenin ikinci güdüsü olan ihracatın (dolar bazında) yüzde 10 kadar büyümesi öngörülüyor. Ancak kurda bir değişiklik olmazsa bu gerçekleşmeyebilir. Tabii bir de euronun aynı düzeyde kalması gerek. Çünkü euro düşerse dolar olarak ölçülen ihracat düşebilir. Kurda yukarı hareket olursa, boyutuna bağlı olarak, ihracat yüzde 15 ile 25 arasında artış gösterebilir. Bu da büyümeyi önemli ölçüde etkiler.Büyümenin üçüncü güdüsü ise yatırımlar. Bizce yatırımlar 2006 yılında da sürecek. Toplam içinde kamu payı giderek küçülse de, bu yıl bütçede yatırımlarda ciddi artışlar öngörüldü.
-3- Önce siyaset... Erken seçim şimdiden ağızlarda dolaşmaya başladı. Seçim bu yıl olmazsa, gelecek yıla kalacak. Bu takdirde cumhurbaşkanını bu değil, sonraki Meclis seçecek. (Hatırlatalım, cumhurbaşkanlığı seçimi Mayıs 2007'de) Aslında önemli olan seçimlerin ne zaman olacağı mı, yoksa cumhurbaşkanının kim tarafından seçileceği mi? Bize göre şu anda herkesin asıl merak ettiği, Recep Tayyip Erdoğan'ın köşke çıkmak isteyip istemediği. Yani aslında ilgi seçimlere değil. Çünkü Erdoğan istediği takdirde, hem yeterli Meclis çoğunluğuna sahip, hem de seçildiğinde ortalık hayli karışacak görünüyor. İki gündür dünyada olası siyasal ve ekonomik gelişmeleri değerlendiriyoruz. Bugün ve yarın Türkiye'ye bakacağız. Baştan belirtelim: 2005 yavan bir yıldı. 2006 ise hem siyasette, hem ekonomide belirgin değişiklerin olacağı bir yıl olarak görünüyor. Peki, Erdoğan'ın böyle bir isteği var mı? Bizce, evet. Kaldı ki son günlerdeki bunu çağrıştıran açıklamalar yapıyor. İkinci soru: Erdoğan'ın bu isteğine direnç gelir mi? Bunun da yanıtı, evet. Hem parti içinden AKP'nin dağılma ürküntüsüyle, hem muhalefetten, hem zinde güçlerden, hatta yurtdışından bile rejim hasar görür kaygısıyla tepkiler geliyor.