Önceki gün IMF’den gelen haberler artık bir stand-by olmayacağını ayan beyan belli etti. Fakat bir konu gözlerden kaçtı. Sonunda bir anlaşma olmayacağını hükümet değil, IMF açıklamış oldu. Peki, neden bu açıklamayı hükümet değil de, IMF yaptı? İşte bu konu son derece önemli.
Aylar önce çeşitli yazılarımızda bu hükümetin (özellikle de Başbakan Erdoğan’ın kendisi) IMF ile anlaşmak istemediğini, ama anlaşacakmış gibi yapıp piyasaları pışpışladığını, kandırdığını yazmıştık. Piyasalar bu kandırmacıya başta inandılar ama zamanla onlar da aydılar. Hükümet saygınlık yitirdi ve finans piyasaları da bir miktar kırılganlaştı.
Kandıralı kanmadı
İşin başında, yani 20 ay önce bile, hükümet IMF’nin taleplerine sıcak bakmıyordu. Hem de krizin en dip noktasında. Neydi bu talepler? Vergi idaresinin özerkleşmesi, belediyelere transferlerin şeffaf ve tarafsız hale getirilmesi vs. Başbakan yerel seçim arifesinde bunların hepsini reddetti. Bununla beraber, ciddi boyutta bir dış finansman açığı olduğu için de her an IMF ile anlaşma imzalanmak üzereymiş gibi açıklamalar yapıldı.
Ama Kandıralıyı kandıramadılar! Bizim görüşümüz şuydu: IMF ile imzalanacak ve kredi sağlayacak bir anlaşma küresel krizin
Geçen hafta açıklanan bir raporda ABD’nin finans mekânı Wall Street’te geçen yıl sonunda ödenen jestiyonların yüzde 17 oranında artarak 20,3 milyar dolara ulaştığı belirtiliyordu. Yanlış duymadınız: rakam Türkiye’de büyükçe bir bankanın aktif büyüklüğü kadar.
Goldman Sachs, Morgan Stanley ve JPMorgan Chase gibi kurumlarda artış daha da fazla: yüzde 31. Tüm New York’ta ödenen maaşların dörtte birinin Wall Street’te ödendiğini oysa toplam çalışanın sadece 20’de birinin Wall Street’te çalıştığını biliyor muydunuz? Bunu adaletsizliği bilmeseniz bile, küresel finans krizinde bu kurumların dehşetli ölçüde sarsıldığını, krizin de bu kurumların kötü yönetimden kaynaklandığını biliyoruz. Demek ki, saçmalık sadece bizim ülkemize özgü değil.
Zararın ödülü
Geçen yıl Amerika’nın finans kuruluşlarında çalışanlar küresel krize rağmen 124 bin dolara yakın ortalama yılsonu jestiyonu almışlar. Aşağıdaki grafikte de görüldüğü gibi 2009 yılında toplam ödenen para arttığı gibi, kişi başına ödenen de artmış. Finans kurumları 2008 yılında 43 milyar dolar zarar açıklamıştı, bu yıl ise 55 milyar dolar olmuş. Bu nedenle jestiyonların artması normal sanılabilir. Ancak 2008 yılında zarar varken neden
Bugün Dünya Kadınlar günü. Fakat ben bugünün bu isimle anılmasına karşıyım. 8 Mart “Cinsel Eşitlik Günü” olsaydı daha uygun olurdu. Yani hangi cinsellikte olursanız olun, önemli olan herkesin eşit fırsata sahip olması ve toplumda eşit muamele görmesi. Dünya Kadınlar Günü ise bu anlamı çağrıştırmıyor.
İşin bir başka yönü de ülkemizdeki kadınların arasındaki büyük farklar. Gelir düzeyi düşük kesimde kadının çektiği cefa göz ardı edilemez. Bu kesimde hem kadının eğitilmesine fırsat verilmiyor, hem de kadın evde en ağır işleri yapmaya mahkûm ediliyor. Hatta bırakınız takdir görmeyi, kimi zaman bir de şiddete maruz kalıyor. Çok acı!
Plastik kadınlar
Öte yandan bir başka kadın profili var ki o da aslında çok acıklı. Sabah geç kalkıp fitness’a giden yahut da önce alış veriş yapıp, sonra arkadaşlarıyla yemek yiyen yahut toplantılarda gezen süslü kadınlar. Nişantaşı’nda dolanan bu kesime ben “naylon kadınlar” diyorum. Estetikli vücutları, markalı elbiseleriyle birbirlerine fiyaka yapıyorlar, ama çoğu mutsuz. Çünkü özgür değiller. Sadece, kocalarının parasını harcayabiliyorlar. Medyanın abartılı biçimde ilgi gösterdiği bu kadın profiliyle ne yazık ki toplumdaki kadının rolünü daha da
Çarşamba günü enflasyon verileri yayımlandı. Kamuoyunda bu veriler birçok bakımdan tartışılıyor. Önce bu verilerin bu kez neden çok tartışma yarattığına bakalım.
Birincisi, enflasyon (yani tüketici fiyatları) ilk defa çift haneli hale geldi: Yüzde 10.16. Bu yükseliş özellikle durgunluğun gözlendiği bir ortamda büyük önem taşıyor. Ya iç talepte bir canlanma oldu da farkına varamadık ya da bir dış şok oldu göremedik. Oysa her ikisi de geçerli değil. İlk iki ayda enflasyonun toplamda yüzde 4’e yaklaşması sadece hükümetin temel hizmetlere yaptığı zamdan kaynaklanıyor. Yani hayat pahalılığını yaratan bizzat hükümetin kendisi. Petrol fiyatları 80 dolara takıldı kaldı, yani şok söz konusu değil. İçeride de tüketim gevşek biçimde seyrediyor, yani efektif talep cansız.
Bu durumdan Merkez Bankası da endişe ediyor. Çünkü enflasyondaki bu geçici yükselme eğilimi kalıcı hale gelir, örneğin beklentileri bozarsa, Merkez Bankası’nı böyle bir ortamda faiz artırmaya zorlayabilir ki, bu da ekonominin canlanmasına büyük zarar verir. Yani ekonomi tipik bir stagflasyonist ortama sürüklenebilir.
Beklentilerden yukarıda
Kuşkusuz, bu beklenmeyen bir gelişme oldu. Anketlere baktığımızda şubat ayına
Bu krizin teğet geçmediği, her geçen gün daha belirgin bir biçimde ortaya çıkıyor. Geçen hafta TÜİK 2009 yılına ait memnuniyet anketini açıklamış ve halkın krizden nasıl etkilendiği açık biçimde görülmüştü. Dün buna bir başka veri daha eklendi: İşsizlik! İşsizliğin krizde dehşetli arttığı biliniyordu. Hatta çok çabuk azalmayacağı da öngörülüyordu. Şimdi bu ortaya çıkıyor.
2008 yılında, yani krizin başında işsizlik yüzde 11 kadardı. 2009 yılı sonunda bu yüzde 14’e çıkmış. Tarım dışı işsizlik ise yüzde 13.6’dan yüzde 17.4’e çıkmış. Gençler arasında işsizlik ise yüzde 25.3, yani her 4 gençten biri işsiz. Bunun Güneydoğu’da daha da yüksek olduğunu düşünürsek terörün en temel nedeni de kolaylıkla anlaşılır.
İşsizlik duyarsızlığı
Bu verilerin bize gösterdiği bir gerçek var. Tarımda hızla bir nüfus kopuşu gözleniyor. Kentlere gelen bu nüfusu hizmet sektörü kısmen karşılıyor. Fakat sanayideki gelişme hızı bunu karşılayacak nitelikte olmayınca kentsel işsizlik artıyor.
Tarım kesimi 2000 yılında toplam istihdamın yüzde 36’sını karşılıyormuş. Şimdi ise yüzde 25’ini karşılıyor. Bunun karşılığında hizmet sektörünün 2000 yılında toplam istihdam içindeki payı yüzde 40’tan, 2009 yılında
Citibank geçtiğimiz hafta Türkiye’nin içine girdiği siyasal sıkıntıları kastederek kredi notunun “durağan”dan “negatife” indirilebileceğini belirtti. Oysa ülkemizde kredi notunun haksız biçimde düşük olduğu inancı sürüyor. Bu görüşe “kısmen” katılsak dahi Türkiye’nin içinde bulunduğu riskleri göz ardı edemeyiz. Bunların da başında siyasal riskler ve istikrarsızlık geliyor.
Kaldı ki, son dönemde beklentiler de iyimser bir eğilim içinde de değil. Bunu da oluşturan iki etmenle karşı karşıyayız. Biri yurtdışında, biri yurtiçinde. Yurtdışında mali piyasalarda satış eğilimi ve sıkıntı artarak sürüyor. Fakat bu özellikle Yunanistan’dan kaynaklanmıyor. Yunanistan işin bahanesi. Çünkü daha önce de Dubai krizi vardı. Hatta kimileri “Yunanistan hiçbir şey. Sırada İspanya var, o devrilirse Avrupa altında kalır” dese de siz bunlara bakmayın.
Hasta Avrupa
Bunların çok fazla ciddiye alınacak tarafı yok. İspanya çok mu sağlammış da krizde batar hale düşmüş? Bize kalırsa küresel sıkıntının kaynağında (bir ölçüde Avrupa konusu yatsa da) iki ayrı etmen var: biri ABD’de bankaların durumu, diğeri de değişmesi beklenen politikalar.
ABD’de bankalar hâlâ toparlanmadı. Bu zorluk hızla büyümeye
Son 15 yılda üç ciddi ekonomik krizle karşılaştık. Bilim adamları bu krizlerin nasıl aşılacağı konusunda bir yığın tartışma yaptı. Ama bir türlü ülkede kalıcı ve sosyal dengelere duyarlı bir büyüme modeli oluşmadı ve krizler yeniden oluşabildi. Ekonomide amaç, refahın hızlı biçimde artması ve adaletli biçimde paylaşılmasıdır. Bu doğrultuda baktığımızda (ülkenin tutucu kesimi aksini savunsa da) ülkemizde çok parlak bir performans sergilenmediği ortadadır. İstikrarsız, ardı ardına gelen krizlerle dolu bir ekonomi tarihimiz var. Özetle belirtelim ki, artık Türkiye’nin yeni bir ekonomik modele gereksinimi kaçınılmaz.
Denetimsiz, sınırsız iktidarlar
Gelelim siyasal krizlere. Ülkemizde siyasal krizleri saymak zordur. Kolayı siyasal istikrarın olduğu dönemleri saymaktır! Bunun da nedeni ülkemizde siyaset ülke sorunlarının çözümünün bir aracı olarak görülmez, bir hükümranlık arayışı olarak görülür. Açık yürekle kabul edelim ki, Türkiye’de (başkanlık sistemlerini hak getirecek biçimde) başbakanlar hegemonik güce sahip olmuşlardır. Dün de, bugün de.
Demokratik rejimin ülkemizde sıklıkla krize girmesinin asıl nedeni işte bu denetimden ve sınırlanmaktan hoşlanmayan iktidar gücüdür. Siyaet
Siyasetçilerin ya da liderlerin geçmişte söylediklerini pek hatırlanmaz. Haklı mıyım bilmem ama Türk toplumunun hafızası biraz kısa erimli gibi gelir bana.
Örneğin Türkiye’de liberaller ve neoliberaller Özal’ı demokrat sayarlar. Ama hepimizin bildiği gibi Özal eski liderlerin siyasal yasaklarının sürmesini referanduma sunmuş ve yasaklı kalmalarını savunmuştur. Özal’a göre 12 Eylül’den TSK değil, geçmiş liderler sorumluydu. Bir askeri darbenin sorumlusu siyasetçiler olabilir mi? Peki, siyasal yasaklar savunulabilir mi? Şimdi nasıl oluyor da Özal-Erdoğan eksenindeki yazarlar Özal’ın bu özelliği nedeniyle onu özgürlükçü sayıyorlar? Anlaması zor.
Domuz gribinden ölenler
Bir başka konu. Birkaç ay önce dünyada yer yerinden oynadı. Domuz gribi bir veba olarak yüz binleri hatta milyonları tehdit ettiği söylendi. Herkes ne yapacağını şaşırdı. Sağlık Bakanı derhal aşılar ısmarlattı, bunları ithal ettirdi. Ama Başbakan çıktı, “Ben aşı olmayacağım” dedi. Peki, o zaman biz neden 500 milyon dolar harcayıp o aşıları ithal ettik? Sonunda domuz gribinden kaç kişi öldü? Toplum olarak doğru işler mi yaptık, yanlış işler mi? Bilmiyoruz.
Küresel krizden en fazla etkilenen ülkelerden biri Türkiye