Başbakan, küresel krizin başında Türkiye’ye teğet geçtiğini belirtmiş, sonrasında kredi notları artınca da kendisinin haklı çıktığını savunmuştu. Rakamlar Başbakan’ı yalanlıyor. Ama acaba Başbakan Erdoğan’ın böyle bir garip fikri savunmasının mantığı olabilir mi? Çünkü lafla peynir gemisi yürümez diye bir atasözü var...
İnanmayacaksınız ama olabilir. Sadece bu Türkiye için nafile. Geçen hafta Atlantik İktisatçıları Konferansı’nda bir sunum yapmak üzere Prag’daydık. Konumuz tüketici güveninin, özellikle beklentilerin bireylerin harcama eğilimlerine nasıl bir etkide bulunduğuydu. Eğer beklentiler etkili olursa, resesyonlardan çıkmak için en etkili yöntem de ortaya çıkacaktı. Yani iyimserlik pompalayarak kriz aşılabilirdi!
Tüketici güvenine bağlı olarak bir başka kavram ya da parametre ise tüketim eğilimi.. Tüketicilere soruluyor; dayanıklı tüketim malları almak için uygun bir zaman mı, diye. Haliyle insanların dayanıklı mal tüketebilmesi için belli bir gelirinin olması gerek. Eğer belli bir gelir düzeyi yakalanmışsa, tüketim için zamanın uygunluğunun ifade edilmesi tüketimi de olumlu etkileyebilir.
Beklentiler kim için önemli?
Tüketici Güveni Endeksi’nde bir de beklentiler
Bu hafta ekonomi haber dünyasının ana başlıklarının çoğu Avrupa Birliği ülkelerinin Yunanistan konusunda fikir birliğine başvurmalarıydı. Sonuç şu oldu; “IMF’ye git, desteği biz vereceğiz.” Piyasalar da bunu iyi karşıladı. Sanıyorum, doğrusu da buydu. Ayrı bir Avrupa Para Fonu kurmanın hiçbir anlamı olamazdı. Bir AB ülkesinin de IMF kaynaklarına müracaat etmesi hiç de sanıldığı gibi euro için tehdit sayılmazdı.
Tabii bu konuda özellikle Almanya’nın konumu son derece önemliydi. Çünkü AB fonlarının da ana kaynağı hâlâ Almanya. Onlar veriyor, Fransız çiftçi keyif çatıyor. Ya da Doğu Avrupa’nın köhne kentleri bu fonlardan restore ediliyor. Gerçi artık Almanya da “yeter” dedi. Yani sırf ihracat yaptığı ülkelerde talep olsun diye bütçesini hep yardımlara tahsis etmesi pek de doğru değil.
IMF boyunduruğu
Şimdi bundan böyle Yunanistan IMF boyunduruğunda orta vadeli bir mali disiplin dönemine girecek. Ve haliyle de ekonomisi daha yavaş büyüyecek. Fakat bu ne euro için bir sıkıntı yaratacak, ne de diğer ülke ekonomileri için... Sadece siyasal ve toplumsal açıdan zor bir dönem olacak...
Haftanın bir başka olayı da şu meşhur Çin parasının değerinin yükseltilmesi; yani revalüasyondu.
Geçenlerde İstanbul Ticaret Odası’nda bir toplantıda Türkiye’de işten çıkarmanın zorlukları üzerinde bir tartışma vardı. Bazı meslektaşlarımız ülkemizde bunun zor ve maliyetli olduğunu, krizde sıkıntı yarattığını savundu. Gerçekten ülkemizde kıdem tazminatı büyük bir yük ve bu nedenle de işsizlik sigortasını yaygınlaştırmak daha önemli.
Krizlerden çıkarken en önemli etmenlerden biri verimlilik artışlarıdır. Bu genellikle talep daralması karşısında işçi çıkarılmasıyla elde edilir. Talep yeniden canlandığında istihdam artışı daha yavaş gerçekleşir ve verimlilik de yükselmiş olur. Ama bizde bu tazminat nedeniyle işten çıkarma gerçekleşemiyor deniyor. Acaba? Ortalık müteahhit işçisiyle dolu!
İşçi çıkarma sıkıntısı
Elbette işçi çıkarma eğilimi farklı ülkelerde farklı biçimde oluşuyor. Bu yasal sınırlamalar, sosyal ve politik anlayış farklılıklarından kaynaklanıyor. Örneğin, Avrupa’da işten çıkarma kolay değil, çünkü sosyal devletin güçlü olduğundan işsizliğe tahammül de sınırlı. Fakat paradoksal biçimde bu ülkelerde rekabet gücü sınırlı kaldığı için kriz sonrası toparlanma da yavaş oluyor. Geçenlerde ABD’de Conference Board tarafından ele alınan bir araştırmada geçen yıl milli gelirin
ABD’de pazar günü Temsilciler Meclisi’nden Amerikan siyasal tarihinin en önemli reformlarından biri geçti. Artık nüfusun neredeyse tamamı ücretsiz yahut makul bir maliyetle sağlık sigortası kapsamında olacak. Tıpkı Avrupa ülkeleri gibi. Böylece ABD çok ciddi bir sosyal refah devletine kavuşmuş oluyor.
Reform meclisten zor geçti. Cumhuriyetçilerin tamamı, Demokratlardan da 32’si karşı çıkmasına rağmen, 212 ret oyuna karşı 219 evet oyuyla reform geçti. Daha önce de bu tür reformlar mecliste denenmiş, fakat reddedilmişti. Bu da her seferinde bütçeye getireceği yüke dayandırılmıştı. Nitekim mevcut reformun da önümüzdeki 10 yılda bütçeye 940 milyar dolar yük getireceği düşünülüyor. Ama sağlık reformu öteden beri Başkan Obama’nın bir itibar projesi olduğundan üstüne çok emek verildi.
Getireceği mali yük
Kaldı ki, tasarıyı savunanlar reformun bu alanda sağlayacağı getirilerin hesaplanması halinde (yılda 138 milyar dolar) dengenin değişeceğini, hatta 2029’a gelindiğinde 1.2 trilyon dolarlık bir kaynağın elde edilebileceğini savunuyorlar. Kimilerine göre reform aslında bu getirileriyle değerlendirildiğinde 1993’ten bu yana en büyük bütçe reformu. Hem nüfusun yüzde 95’ine hizmet sağlıyor,
Bu soruyu sormanın zamanı çoktan geldi de geçiyor bile. Türkiye ekonomisi çok ciddi bir dış açık, aksak büyüme hızı ve yoğun bir işsizlik oranı ile boğuşuyor. Önümüzdeki yıllarda bu sorunların nasıl çözüleceğine dair de en ufak bir ipucu yok. Sadece günü atlatmak için kimileri IMF ile kredi anlaşması istiyor. IMF’nin müptelası olduk adeta. Acaba geçmişten, musibetlerden ders çıkarmıyor muyuz?
2001 kriziyle karşı karşıya kalındığında işin kolayına kaçıldı ve krizin nedeni Cumhurbaşkanı’yla Başbakan’ın atışmasına bağlandı. “IMF’nin istedikleri yapılmadı” dendi. Oysaki temel sorun uygulanan politikanın (bırakınız kırılgan siyasal zeminleri) çok istikrarlı siyasal ortamlarda bile riskli olmasıydı. Yani asıl hatalı olan IMF’ydi.
Yanlış tedavi veren doktorYanlış tedavi yapan doktora yeniden gidildi. Bu kez tedavi yöntemi değişti. Hatta IMF bir de bu kez konsültasyonu yürütecek doktoru kendisi koydu. Fakat daha sonraki dönemde oluşan küresel likidite bolluğu öngörülemedi ve içeri akan bol sermaye sonucunda TL değerli hale geldi; dış açık yine yükseldi. Tabii bu arada petrol fiyatları da uçtuğundan, sorun katmerlendi.
Kimi meslektaşlarımız içeri giren bu sermaye bolluğunu
Geçen hafta Başbakan’ın Roman kökenli vatandaşlarımızla yaptığı buluşmayı aylar önce İzmit’teki Roman hemşerilerimden öğrenmiştim. Hatta benden sorunları hakkında önerilerde bulunmamı bile istediler. Şimdi birçokları Başbakan’ın bu açılımını alkışlıyor. Ancak bir durup düşünmek gerek. Ne hedeflendi? Sonuçta ne oldu?
Romanlarla büyüdüm desem yeri var. Kandıra’da Romanların iki mahallesi vardır. Fakat bizim Romanlar yerleşik olduklarından kalaycılık filan değil, başta çalgıcılık olmak üzere her iş yapar. Mustafa Kandıralı’nın ağabeyi meşhur klarnet virtüözü Şaşkın lakaplı İsmail Kandıralı Kandıra’da eskicilik yapardı. Ne yazık ki, neşe dolu bu insanlar dramatik düzeyde toplumsal sorunlarla boğuşuyor. Ve sorunlar yerine göre değişse de, değişmeyenler var; başta da eğitimsizlik ve yoksulluk.
Önce birkaç konuda anlaşalım. Ülkemizde en fazla baskı gören kesim Kürtler değildir. Romanlardır. Hatta Romanların toplumdaki yeri ile Kürtleri karşılaştırırsak Kürtler bu âlemin kralı sayılır! Fark; Romanlar başkaldıramayacak kadar ezik olduklarından ve küresel olarak aşağılandıklarından yabancılar tarafından kışkırtılmazlar.
Yat aşağıya, 22 yıl!
Rahmetli babam ceza davasına girmezdi. Ama bir
Dün şubat ayına ilişkin bütçe verileri açıklandı. Geçen yıla göre açığın daraldığı anlaşılıyor. Ancak henüz bir yorum yapmak için erken. Mali disipline geçildiğini savunamayız. Ekonomi gündeminde ana konu yurtdışında Yunanistan, içeride de IMF olmaya devam ediyor. Malum, IMF baştan beri yoktu. Yalnızca hükümet bizi aldatıyordu. Kanan kandı, kanmayan yoluna devam etti.
Yunanistan kapı kapı dolanıyor ama bu ülkenin paraya değil, güvene ihtiyacı var. Çünkü Yunanistan’ın borçlanma sorunu yok. Fakat daha ucuz borçlanmak istiyor. Sonunda ortalık yatışacak, ancak bu süreçte birileri yine malı götürmüş olacaktır. Kısacası, Yunanistan bahane, spekülasyon şahane! Yunanistan’ın içine girdiği borç sorunu IMF’ye benzeyen bir Avrupa Para Fonu kurulması tartışmasını getirdiğini izliyoruz. Ancak bizce buna hiç gerek yok. Acaba, hiç bunlar olmasa da Yunanistan İzlanda’nın izlediği yolu mu izlese? Tartışmaya değer.
Süpermen mi, kaos yaratıcısı mı?
Malum, İzlanda Başkanı Olafur Ragnar Grimsson 5 Ocak’ta, daha önce İzlanda parlamentosu Althinghi’den geçen bir yasa tasarısını reddetti. Böylece İngiliz ve Hollanda hükümetlerine verilmesi gereken 3.9 milyar euro’luk kefalet reddedilmiş oldu. Oysaki bu
Artık yola IMF’siz devam ediyoruz. Bazıları bunu olası bir erken seçime yoruyor. Diyorlar ki; hükümet her an seçim olabilir kaygısıyla IMF’yi istememiş olabilir. Bizce işin doğrusu, sürekli “kriz teğet geçti” diyen bir Başbakan’ın hangi tarihte olursa olsun seçimlerde IMF ile anlaşmış olması onu zora sokardı. Edilen bir yanlış sözün bedeli de ağır ödenecek.
Pekiyi gerçekten IMF’ye ihtiyaç var mıydı? Birçoklarına göre krizin en olumsuz noktasını bile IMF’siz atlattığımıza göre bugün artık IMF’ye ihtiyaç kalmadı. Onlara göre mali kural yeterli. Önce IMF’nin neye yaradığını tartışalım. IMF talep eden ülkelere ucuz maliyetle mali yardımda bulunuyor. Bunun karşılığında da genellikle mali disiplin talep ediyor ve bunu da sıkıca denetliyor. Bu aynı zamanda o ülkenin kredi piyasalarından daha ucuz borçlanmasını sağlıyor.
Mali disiplinden kaçış
Elbette herkes ucuza borçlanmak ister. Ancak bazı ülkeler mali disiplin istemiyor. Yahut da bunun IMF tarafından denetlenmesini uygun bulmuyor. Bu ülkeler genellikle bütçe açığı veren ya da vermek isteyen ülkeler oluyor. Anlaşılan o ki, Türkiye de bunlardan biri.
Bize kalırsa Türkiye’nin “kısa vadede” IMF’ye ihtiyacı var. Var, çünkü hiçbir