Üstat Güneri Cıvaoğlu’nun 2 Kasım 2019 tarihli “Kamışlı ‘kök’tü” başlıklı yazısını okuduğunuzda, İngiltere ile Fransa arasında 1916 tarihinde varılan Skyes-Picot Anlaşması ile çizilmiş olan bugünkü Orta Doğu haritasının ABD tarafından nasıl düzeltildiğini ve bu tashih işleminde yerel şartların ne yönde ve nasıl etkili olduğunu görüyorsunuz.
Aslında Irak’ı Fransa’ya, Suriye, Lübnan ve Ürdün’ü İngiltere’ye veren bu anlaşma, bölgede petrolün varlığını gizlice keşfeden İngiltere’nin Fransa’ya attığı muhteşem kazıkla daha uygulanmadan “düzeltilmiş” idi. Şöyle ki: İngiltere, bölgede bir Yahudi devleti kurulması ve petrolden pay verilmesi halinde ABD’nin burnunu Orta Doğu’ya sokacağını tahmin ettiği ABD’yi oyuna dâhil etti.
Nitekim ABD bölgeye balıklama atladı: hem petrol hem de bir Yahudi devletinin hamiliği Cumhuriyetçi Parti’ye uzun yıllar iktidarda kalma kapısını açıyordu. Öyle de oldu; Kennedy ve Carter gibi kişisel karizması ile seçim kazananları
ABD’de ne kadar think-tank, ne kadar sözde bağımsız araştırma kurumu varsa, belki bir ya da iki kişi hariç, hepsinin sözümona uzmanları, söz birliği etmişçesine Türkiye-DAEŞ ilişkisine dair yalan üstüne yalan haber ve yanlış yorum yayıyor. Bunların bir kısmını bu sütunlarda ismen zikrettik. Belki utanırlar ve vicdanlarının sesini dinlerler diye, içlerinde yakın zamana kadar Türk hükümetinin veya Türkiye kaynaklı vakıfların bordrosunda bulunanların da adlarını verdik.
Ama hiçbir faydası olmuyor. İşi o kadar yalan haber üretmeye kadar götürdüler ki PKK/PYD’nin, yeni adıyla SDG’nin basın açıklamalarında “bilgileri” okuyucularına ve raporlarını sattıkları üniversite ve kamu kurumlarına aynen aktaranları oldu. “SDG’nin açıklamasına göre” imiş... DAEŞ’in 9’uncu ve sonuncu kez öldürülmüş olan lideri Ebubekir el Bağdadi’nin öldürülmesinde Türkiye’nin iş birliği yokmuş... Hatta ABD makamları bu operasyonu -sızdırmasınlar diye- Türk tarafına
Sözlükler “irredenta” kelimesini, tarihsel ve etnisite itibariyle “bir ülkeye ait iken başka ülkenin siyasal kontrolüne geçmiş arazi” diye tanımlıyor. Ancak zaman içinde kullanılışı dikkate alınırsa, sırf bir toprağın bu tanıma uygun olması yetmiyor, “Filanca ülkenin falanca ülkede irredenta’sı var” demek için. Bir ülkenin “irredentist” eğilimleri, projeleri olduğunu söylemek için, toprağını kaptırmış ülkenin bu toprakları geri almak için sadece orada burada bir iki fikir beyan etmesi yetmiyor; ülkede bu yönde bir ideoloji oluşması şart.
İdeoloji, kültür gibi, ama ondan öte, ayakları gerçekte değil hayallerde bulunan, bugünü idare etme, geleceğe yön verme konusunda fikirler birikimi ise, irredendist tasavvurların, gelecek telakkilerinin masallara, romanlara, şarkılara-türkülere geçmiş olması gerekir.
Bush, Obama ve Trump (kendisi değilse bile bugüne kadar atadığı ve kovduğu üç savunma bakanı ve üç ulusal güvenlik uzmanı) Türkiye’nin Suriye
İnanılmaz olanı, Türkiye’nin 67 yıldır müttefiki olan, içimizi dışımızı, gizlimizi aşikârımızı bilen, bilmesi gereken ABD’nin, “Türkiye Osmanlı topraklarına tekrar girerse, bir daha çıkmaz!” hükmüyle, bizi DAEŞ’le savaşa ortak etmeyip de resmen kendi kayıtlarında terörist olarak kayıtlı bir örgütle iş birliği yapmasıydı. İşte her şey bu noktadan sonra bozuk gitmeye başladı. “DAEŞ’le savaşıyoruz. Ama bizim ortaklarımıza dokunmayın” diye, PKK/PYD/YPG’nin her seferinde önüne dikilen Amerikan askerleri, sonunda bir deli başkanın bir kriz anında verdiği kararla (belli ki istemeyerek) şimdi Suriye’yi tümden terk ediyorlar. Yıktıklarını, yok ettiklerini geride öylece bırakarak.
Buna karşılık, babasının kucak açtığı PKK’ya, PYD olarak örgütlenme ve YPG olarak silahlanma imkânı veren Beşar Esad, şimdi aynı PKK’nın kefenini-tabutunu hazırlıyor. Üstelik, ABD tarafından terk edildikten sonra, kapısına gelip, önünde diz çöküp, ayaklarına kapanan PYD’nin kul köle olma tekliflerini
ABD başkanı Obama, Irak’ta yürüttükleri DAEŞ ile mücadele programını Suriye’ye yaymaya Eylül 2014’te karar verdi. Obama, o tarihten bir yıl önce, uzaktan seyrettiği Suriye’de Beşar Esad’ın kimyasal silah kullandığı iddiası üzerine giriştiği bir iki saldırıdan sonra milyonlarca Suriyeliyi Beşar Esad’ın varil bombaları ile baş başa bırakmıştı. Türkiye, hatırlarsınız, “Kimyasal silahla öldürülen kurban da bomba ile öldürülen kurban değil mi?” diye soruyor ve ABD’yi bir türlü Suriye halkının imdadına koşmaya ikna edemiyordu.
DAEŞ denen (Irak diktatörü Saddam Hüseyin ABD tarafından öldürülünce boşta kalan subayları tarafından) El Kaide ve Taliban eskilerinden oluşan kanlı örgüt hala anlaşılamayan bir beceri ile Irak’ın yarısını işgal etmiş, Suriye’ye doğru genişliyordu. En azından bu örgütle mücadele, ABD’nin Suriye halkının kaderine bigâne kalmayacağı anlamına geliyordu. Bu mücadele Türkiye’ye de Beşar Esad’ın katliamını durdurmak için
Tarihte hiçbir ülke, 10 gündür ABD’den gelen mesajlar kadar tutarsız, diplomatik beceriksizlikle ve kararsızlıkla yoğrulmuş mesaj üretemedi! Başkanı ayrı telden çalıyor, bakanları ayrı telden. “Azil davasında seni desteklemem, ha!” diyen senatörlerin tehditleri bir gün etkili oluyor, bir gün etkisiz. Trump bir gün “Bırakın Türklerle PYD çatışsın, Türklerin sınırlarını koruma hakkı var” diyor; ertesi gün “Türkiye Suriye’den çekilsin” diyor. Ancak Trump en azından tutarlı bir çelişki sergiliyor: Bir gün Türkiye’ye karşı çıkıyorsa, ertesi gün Türkiye’yi destekliyor.
İnternet arama motorlarında henüz bakan olarak adı geçmeyen, üç yıl öncesine kadar Amerikan ordusuna Patriot füzelerini satan Raytheon firmasının satış mümessili, Kongre’de hâlâ lobici olarak kaydı bulunan Savunma Bakanı Mark Esper bu kargaşaya tuz biber ekerek, telafisi imkânsız laflar etti.
“Türkiye’nin tek taraflı eylemi sorumsuz ve düşüncesizce”
Barış Pınarı Harekâtı’nın ilk gününden beri, ABD’den Avrupa’ya, Hindistan’dan Afrika’ya bir “Kürtlere karşı operasyon”, bir “Yerinden edilen Kürt halkı” anlatısı sürüp gidiyor. Yeni iletişim yapılanması, başındaki Prof. Fahrettin Altun’dan, geleneksel ve yeni medya sorumlularına kadar tümüyle bu kasıtlı kampanya ile başa çıkmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Televizyon teknolojisi cephedeki savaşları oturma odalarımızda icra edilir hale getirmişti; şimdi Internet tabanlı iletişim, bu savaşı bilgisayarlara, cep telefonlarına taşıdı.
Tırnakları ojeli, dudakları boyalı ve başına örttüğü eğreti yemeni ile rol yaptığı aşikâr genç bir kadın, elinde adeta oyuncak bebek gibi salladığı bir çocuğu kameralara uzatıyor ve bağırıyor: “Bu bebeği roketlerle öldürürken acımadınız mı?” Lakin afacan bebek öldürülmüş ve acınacak bir tarafı olmadığı için muzip bir edayla kameraya bakıyor, kafasını bir sağa bir sola çeviriyor. Tamam, bu ve benzeri senaryolu yeni medya çabaları
Trump çekilme kararı aldı; yolu Türkiye’ye açtı ve askerimiz Suriye’ye girdi, ama ABD toptan geri çekilmiyor. Trump “Bizim için bu anlamsız savaş sona erdi” diye sosyal medyada tepiniyor ama görünen 32 kilometreye 400 kilometrelik alanda Türkiye’nin karşısına ABD askeri çıkmayacak, o kadar.
İnsan aşırı sağcı, halk dalkavuğu ve ilkesiz olunca ve daha da önemlisi uluslararası siyasetten hiç anlamayınca, iki şey oluyor: 1. Bürokratlarının elinde oyuncak oluyorsun; sık sık fikir değiştiriyorsun. 2. Teşbihlerin ve mecazların edebe aykırı oluyor, bir kırdığını kurtarayım derken, başka şeyi batırıyorsun. Hele bir de başın ABD Başkanlığı’ndan azledilmek gibi bir belada ise!
Ne var ki Trump’ın bu kalitesizliğinin olumlu sonuçları da olmuyor değil. Başkan Erdoğan’ın son derece ustaca bir üslupla ortaya attığı, “Emir veriyor ama etrafındakiler emirlerini dinlemiyor” mealindeki sözü sabah brifingi dosyasında “Kim bilge başkanımız için ne dedi?” başlıklı istihbarat raporunun ta tepesinde yer alınca, kıyameti koparıp, 50