1934’e kadar Libya’nın adı Trablusgarp idi. 1911’de, o tarihte güvendiğimiz, dostumuz--o kadar ki Ege Adaları’nı emaneten eline bıraktığımız--İtalya Trablus’u işgal etti ve daha sonra bugünkü sınırlarını çizerek adını eski Yunan zamanındaki ada çevirerek Libya yaptı.
Ömer Seyfettin’in çok okunmayan Primo Türk Çocuğu hikâyesi, bu elim olayın etkisini anlatır.
Aslında bize Osmanlılığın öldüğünü anlatan Trablus’un elimizden gidişidir. Ki bunu Balkan Savaşı (o zamanki adıyla Balkan Faciası) izleyecek; Bulgaristan, Yunanistan, Karadağ, Arnavutluk ve Sırbistan ile 290 bin evladı kaybedecek ve bu gerçek İttihat-Terakki’nin kafasına sonunda dank edecektir.
Yeni Türkiye’nin Libya ile daima sıcak ilişkilerimiz oldu. Bütün darbeci subaylar gibi ülkesini felaketten felakete sürükleyen Albay Muammer Kaddafi, yazdığı “Üçüncü Dünya” kitabı ile eski başbakan Bülent Ecevit’i kendine hayran bırakmış ve iki ülke arasında güçlü ilişkiler kurulmuştu. Ama bu
Haftaya bugün, NATO ile ilişkilerimizin “gidip gitmediği” belli olmuş olacak. (Konuya girmeden önce, “herru ve herro” ile “merru ve merro” arasından neden bunu seçtim derseniz; Kürtçenin bizde yaygın lehçesi olan Kurmancide bu deyim, “Ya herro, ya merro” şeklinde ve “Ya git, ya gitme” anlamına kullanılıyor.)
Diplomaside, hele çok taraflı örgütlenmelerde, gelip gitme böyle kesin hatlarıyla belli olmaz. Mesela İngiltere, Brexit fikri 2007’de ortaya atıldığı ve ilk karar 2016’da alındığı halde AB’den çıkamıyor. Hatta ayrılık tarihi gelecek ocağa kadar uzatıldı.
Türkiye (benim savunduğum teze göre, ama ayrıntılara girmeyelim) NATO’ya kandırılarak sokulmuştur ve birçok Atlantikçiye göre, ağlasa da bağırsa da birlikten asla çıkartılmayacaktır. Birçok komplo teorisine göre, NATO Türkiye’yi birlikte tutmak için ülkede önce 1960, sonra 1997 darbelerini yaptı. (1970 ve 80 için başka sebepler ileri sürülür.) Özetle, ayın 3’ünde ve
ABD’de doğmuş, ama genç yaşta anası-babası ile Suriye’ye dönmüş Steven Sahiounie isimli genç bir yazarın Suriye iç savaşı üzerine yazdıkları, dünyada olup biten “huzursuzluk,” “direniş” veya “halk hareketi” adlarıyla özetlenen kalkışma girişimlerine ışık tutuyor. Sahiounie “’Günümüzde yeteri kadar eleman, para ve silah soktuğunuz her ülkede protesto, direniş veya kalkışma düzenleyebilirsiniz” diyor.
Tabii bunun şartları var: O ülkedeki harekete temel eleman gücünü sağlayacak bir nüfus kesimi bulmanız gerekiyor. Sizin paralı direniş elemanlarınızın önünde, onları perdeleyecek bir yerel öncü kadro olması şart. Soktuğunuz kişilerin eli yüzü veya aksanı farklı olabilir. Ancak bunu öncü kadro önde durarak örtebilir. Ama yerel eleman temininde zorluk olan yerlerde, yabancıları maske ile örtmelisiniz. Dahası, ülkenizin mahkemeleri de maskeli gösteriyi yasa dışı ilan eden hükumet kararlarını iptal ederek direnişe katkıda bulunmalıdır.
Direnişin kısa zamanda
ABD Başkanı Donald Trump, ne kadar rahat görünse de azil davasının sonucundan yüzde 100 emin olamayacağı için içeride, dışarıda ne kadar yılan bulsa sarılıyor! Sarıldığı en büyük yılan da -teşbihte hata olmaz- İsrail’in bir türlü seçim kazanamayan başbakanı Benyamin Netanyahu. ABD’deki Musevi lobisi için Netanyahu veya Mavi Beyaz Partisi lideri Benny Gantz fark etmez; yeter ki ABD bir şekilde İsrail’i desteklemeye devam ettiğini göstersin.
Trump, önce, Aralık 2017’de Kudüs’ün tamamını İsrail’e ait saydığını ve başkent olarak tanıdığını açıkladı. Osmanlı topraklarının paylaştırılmasını düzenleyen (bizim reddettiğimiz) 1920 Sevr Antlaşması ve ardından Musevilerin Kudüs’e saldırısı üzerine alınan BM kararı, kentin statüsünü açık bırakmıştı. Türkiye’nin de katıldığı 1923 Lozan Konferansı (bizim Lozan anlaşmamız değil) Kudüs’ün, İsrail’in değil Arapların başkenti olduğunu kabul etmişti.
ABD de bu kararı 93 yıl tanıdı, kabul etti.
Ta Trump bu kararı kaldırıncaya kadar! O zamanki bakan
Geçenlerde, kelleyi koltuğa alıp, “Azledemeyecek” dedim; şimdi de ısrar ediyorum: Senato’da yargılama bile olmayacak. Sebep? Çünkü iddialar tutarlı değil. İddialar siyasal bir kararın faturasını göze almaya değecek nitelikte değil.
Bunu dedikten sonra eklemek lazım muhtemelen: Ben şahsen Trump’a oy vermezdim. Hiç ama hiç vermezdim. Çünkü şahıs dengeli değil. Gazeteciler değil, 37 psikolog, psikiyatr ve nörolog 384 sayfa kitapta söylüyor bunu; her baskıda katkıda bulunan doktor ve sayfa sayısı artıyor. Ama bir de siyasal gerçek var: ABD seçmeni, kendi oyuyla getirdiği başkanın görevden alınmasını affedebilmek için hukuken değil siyaseten geçerli sebep ister. Siz senatör olarak Trump’ı azil için oy verirken kendi seçmeninizin size bir dahaki seçimde nasıl oy vereceğini düşünmek zorundasınız.
Ortada Watergate türü bir siyasal skandal var deniyor ki 1974’de ABD’deki skandalları ve Başkan Nixon’ın azilden kurtulmak için istifa ettiğini hatırlayanlar kaldı ise bileceklerdir ki o
Sanırsınız ki Türkiye bir kedi yavrusu ve onu Rusya’ya kaptırmak veya kaptırmamak gibi bir meselesi var “Hür Dünya”nın.
“Hür Dünya” sözünü genç okuyucuların anımsaması zordur. Bu terimin anlamı, ABD ve İngiltere’nin, peşlerine taktıkları, İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’sında, attıkları sadakalara (ki resmi adı “Marshall Yardımı” idi) karşılık sadakatlerini satın aldıkları Fransa ve Almanya’nın karşısında bulunan Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı’ndaki zoraki müttefiklerinin özgür olmadıkları idi. Bu dünya, şimdi el birliği etmiş biçimde, Türkiye’yi bir tarihte elinden kurtardıkları (!) Sovyetler’in yerini alan Rusya’ya kaptırmamak için ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dün Başkan Trump ile ikili görüşmesine rengini kattığını tahmin etmek kolay olan ikinci mektup, Trump’ın şizofrenik dış siyasetinin Türkiye’yi Rusya’ya kaptırmamak için izlediği bir sopa, bir peynir boyutudur. Önce ikinci mektubun geldiğini basına
Meslek hayatında henüz yapılmamış bir meclis oylamasının sonucuna ilişkin, tahmine dayalı başlık atmanın ne çok kellenin uçmasına sebep olduğunu görmüş bir kişi olmakla birlikte, ABD Senatosu’nda siyasal çarkları Trump aleyhine çevirmenin imkânı olmadığı kanısını ifade ediyorum: Trump seçime kadar yerinde kalacak; seçimden sonra da daha dört yıl orada oturacak. Bu o kadar da büyük bir iddia değil. Neden?
Temsilciler Meclisi “Azil davasının maddeleri” denen, bir savcının iddianamesindeki ithamlara benzeyen metinleri açıklamaya başladı. Bu maddeler o kadar ağır, o kadar dünyayı sarsan şeyler olmalıydı ki, Senato’da Cumhuriyetçi çoğunluğu sağlayan 8 kişinin fikrini değiştirmesini ve kendi partisinin başkanını alaşağı etmesini sağlamalıydı. Bir ülkenin kolunu büküp, ona yapılacak askeri yardımı vermeyerek, kendisine siyasal kazanç sağlamaya çalışmak elbette, ABD’de de önemlidir. Ama bu işin bir “aması” var.
Bu siyasal şantaj gerçekten ciddi olabilirdi, eğer söz konusu ülke Ukrayna olmasaydı!
ABD, yakın zamana (Neo- Con’ların diliyle söylersek, “Türkiye’nin İslamcılıktan vazgeçip tekrar saygıdeğer NATO müttefikimiz olması imkânı kalmadığı” kanısı derin ABD devletinde oluşuncaya) kadar, Ermeni tasarısı geldiğinde, PKK terörü söz konusu olduğunda, “Aman müttefikimizi kırmayalım” tutumuna sarılırdı.
Ne zaman ki Türkiye’nin tekrar ABD’nin uydusu haline getirilebileceğinden umut kalmadı, o andan sonra, gerek Ermeni tasarısı, gerek “Kürt kartı” ABD’nin Türkiye ile ilişkilerde meşru hale geldi. Trump’ın ahmaklığı da bu siyasetin üzerine keyfilik ve ölçüsüzlük boyutunu ekleyince, Türkiye açısından ABD ile ilişkileri yönetmek gerçekten güç hale geldi.
ABD, yakın zamana (Neo- Con’ların diliyle söylersek, “Türkiye’nin İslamcılıktan vazgeçip tekrar saygıdeğer NATO müttefikimiz olması imkânı kalmadığı” kanısı derin ABD devletinde oluşuncaya) kadar, Ermeni tasarısı geldiğinde, PKK terörü söz konusu olduğunda,