Sanırsınız ki Türkiye bir kedi yavrusu ve onu Rusya’ya kaptırmak veya kaptırmamak gibi bir meselesi var “Hür Dünya”nın.
“Hür Dünya” sözünü genç okuyucuların anımsaması zordur. Bu terimin anlamı, ABD ve İngiltere’nin, peşlerine taktıkları, İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’sında, attıkları sadakalara (ki resmi adı “Marshall Yardımı” idi) karşılık sadakatlerini satın aldıkları Fransa ve Almanya’nın karşısında bulunan Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı’ndaki zoraki müttefiklerinin özgür olmadıkları idi. Bu dünya, şimdi el birliği etmiş biçimde, Türkiye’yi bir tarihte elinden kurtardıkları (!) Sovyetler’in yerini alan Rusya’ya kaptırmamak için ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dün Başkan Trump ile ikili görüşmesine rengini kattığını tahmin etmek kolay olan ikinci mektup, Trump’ın şizofrenik dış siyasetinin Türkiye’yi Rusya’ya kaptırmamak için izlediği bir sopa, bir peynir boyutudur. Önce ikinci mektubun geldiğini basına sızdıracaksın, sonra Ulusal Güvenlik Danışmanı Robert O’Brien’ın ağzından “ABD’nin Türkiye’yi NATO ittifakı içinde tutmak için elinden gelenin en iyisini yaptığını” söyleteceksin. Mesaj belli: “Gelin Rusya’dan aldığınız S-400’leri ambalajından bile çıkartmayın.”
Burada unutmayın ki S-400, F-35 filan gibi anahtar kelimeler sadece imgedir ve iletişim biliminde imgeler kendilerinden başka bir şeyi simgelerler. Yani “Ey Türkiye, gel eski uslu çocuk ol. IMF’den borç al; bizim petrol oyunlarımızı bozma. Suriye’deki yeni yapılanmaya ses çıkartma.”
İşler, ikili ilişkiler ne zaman bu hale geldi? ABD’nin Türkiye’ye, bakanlardan millet- vekillerine, turistlerden iş insanlarına kadar, vize zorunluğu getirdiği tarih 1994’tür ve o tarihte, hafta başında yitirdiğimiz Prof. Dr. Mümtaz Soysal dışişleri bakanıdır. Ve bu, ABD’nin suratına çarptığımız ilk “mütekabiliyet” ‘(karşılıklılık) tokadının da tarihidir. ABD, bundan önce de birçok kere (1964 Johnson Mektubu, 1974 Haşhaş Krizi, 1975 Silah Ambargosu) Türkiye’ye tek taraflı, dostlukla, ittifakla bağdaşmayacak girişimlerde bulunmuş, ama 1994’te Prof. Sosyal’ın vizeye-karşı-vize uygulamasına kadar, ne yazık ki “uslu müttefik” rolünden öteye gidilmemişti.
Vize olayından sonra “Yeni Türkiye” programı yürürlüğe konulup da Türkiye, “tam bağımsız ortak” kisvesini edininceye kadar geçen dönemde, “uysal ortak” rolünü yeniden takındığımız olaylar oldu. Ancak, mecazı lütfen hoş görün, maymunun gözü açıldı.
Bu göz, ta 1994’te, rahmetli Soysal, ABD’nin suratına vize şamarını indirdiğinde açılmalıydı. Belki ulusal teknoloji parkımız, silah sanayiimiz, üretim programımız, dış ticareti ticaret yaptığımız ülkenin parasıyla yapma uygulamamız çok daha erken başlar, daha çok yol almış olurduk. Tarihe bakıp hayıflanmanın anlamı yoktur.
Erdoğan’ın Trump görüşmesinin ayrıntıları önümüzdeki günlerde daha belirgin hale gelecektir. Ama şurası kesindir ki bu yeni dönemin temel harcında Mümtaz Hoca’nın da harcı bulunacak ve hayırla yâd edilecektir.