Bir yıl kadar önce Sayın Putin’in Suriye siyasetini anlamanın imkânsız olduğunu yazmıştım. Yazıda Putin’in, bir Sovyet diktatörü duygusuzluğuyla hareket ettiğini ima etmek için bir noktada kendisine “Yoldaş Putin” diye hitap etmiştim.
Rusya Büyükelçisi yazının hiçbir yerine takılmamıştı da “Sayın Putin hiçbir zaman komünist olmadı; ona ‘Yoldaş’ diyemezsiniz” diye karşılık vermişti. Ama açıkça söylemek gerekir ki, “Yoldaşların” hiçbir şeyini olmasa da dış politikada uluslararası ilişkilerdeki tutarlığını arayan çok kişi var günümüzde.
Alalım Suriye-Rusya ilişkilerini… Yoldaş Stalin ile Yoldaş Molotof, Temmuz 1944’te Suriye ile ilk ittifak anlaşmasını imzaladılar; Kruşçev ve Gromiko devrinde, 1971’de şimdiki Suriye lideri Beşar Esat’ın babası Hafız Esat ile yenilenen anlaşma ile Tartus’da deniz üssü verildi. Bu üçlü 1980’de askeri ittifaka bir de dostluk anlaşması eklediler. İş burada kalmadı, 1992’de Suriye yeni Rusya Federasyonu ile bu
Sami Ağabey bugün Neve Şalom (Barış Vadisi) Sinagogu’ndan ebedi huzura doğru ilk adımını atıyor. 70 yılı gazetecilikle geçen, savaşlarla, mücadelelerle dolu bir 93 yıldı yaşamı. Aileden gazeteciydi; babası Albert Kohen’in kurduğu Ladino-Fransızca-Türkçe “La Boz de Türkiye” (Türkiye’nin Sesi) gazetesini, babasının vefatından sonra “Türkiye’nin Sesi” ve sonra “Haftanın Sesi” adları altında yayımladı.
Sami Ağabey’in hayat hikâyesini anlattığı röportaj-kitabı bulursanız, mutlaka okuyun. Her an, her durumda gülen bu çehrenin, gerçekte ne kadar büyük acıları, tek parti döneminin, Musevileri Türkiye’den göçe zorlamak için uygulanan Varlık Vergisi faciasının izlerini göreceksiniz. Tan gazetesine bile çıkartılmayan sözde vergi borcu, demokrasi öncesi Türkiye’de, Sami Ağabey’in ailesine çıkartılmıştı.
21 yaşında babasının yadigârı gazeteyi yaşatabilmek için her şeyi denedi; ama devir öyle bir devirdi ki Musevi cemaatine iki haftalık gazete
Prof. Zeynep Tüfekçi, önceki gün, New York Times’ın makale sayfasında, “Aşı olmayanlar zannettikleriniz olmayabilir” başlıklı bir yazı yayınladı. Araştırmalara geniş yer veren Prof. Tüfekçi, özetle ortada “aşı karşıtı, ideolojik bir cephe bulunmadığını” söylüyor.
North Carolina Üniversitesi Enformasyon ve Kitaplık Bilimi Bölümü’nde öğretim üyesi olan Tüfekçi, ABD’nin geçen yıl dünyada aşılanma oranı en yüksek ülke iken, bugün 45’inci sıraya düşmesinin sosyolojik sebeplerini irdeliyor. Bu sebeplerin başında ABD’de yaygın bir sağlık hizmeti örgütlenmesinin bulunmadığını, dünyanın en büyük ekonomisine sahip olmakla övünen ülkede hala halkın yarısının sigortasız ve sağlık hizmetinden mahrum olduğunu belirtiyor. İkinci sebep, tıp alemi ve siyaset dünyasının ortak ve anlaşılır bir dille konuşmaması olarak görünüyor.
Dünyada herkesi ortak ilgilendiren en büyük salgın, Yeni Korona Virüsü ve onun getirdiği Kovid-19 hastalığı oldu.
Emperyalizm deyince çoğumuzun aklına Afrika’da, Asya’da, başında kolonyal miğfer şapka (salakot), elinde yarım kırbaç, arkasında başının üstünde bavulları taşıyan 20 uşak ile bir İngiliz gelir. Aslında bir Fransız gelmeli aklımıza. Çünkü ne İngiliz ne İtalyan ve ne de Hollanda emperyalistleri, kolonilerinde Fransızlar kadar kan dökmedi. Öyle 15’inci, 16’ncı yüzyıllara gitmeye gerek yok, bazılarımızın hatırlayacağı bir zamanda, 1945’te Cezayir’de Fransız askerleri tarafından özgürlük isteyen 60 bin kişi öldürüldü. Ona da “Geçmiş zaman” diyeceklere hatırlatmak lazım: 1994’te Ruanda’da 800 bin kişinin hesabını Fransa hâlâ vermedi.
Araştırmacı Stephen Howe, “Kolonileştirme mi, yok etme mi?” başlıklı “Histoire@Politique” makalesinde yeni elde edilen belgelere dayanarak Fransızların Afrika’daki koloni tarihlerini yeniden ele alıyor. Howe, ırkçı Fransızların paralı asker yazılarak, Afrika’da “İslamcı” avına çıktıklarını ve bunun 1950’lerde, 60’larda
Raymond Anthony Thomas, III. Yani üç kuşaktır dedesi, babası ve kendisi aynı ismi taşıyorlar. Kraliyet ailesi gibi. Ama kendisi Pennsylvanialı zengin bir ailenin çocuğu. 4 yıldızlı general ve tam 40 madalya almış. Karacı ama paraşütçülük eğitimi almış ve Hava Kuvvetleri’nde de görev yapmış. Baba Bush’un önce Panama işgalinde daha sonra Körfez Savaşında bulunmuş. O günden beri Kuveyt, Irak, Afganistan ve tabii Suriye’de görev yapmış; Amerikan Merkezi İstihbarat Dairesi CIA’de başkan yardımcısı olarak çalışmış. En son ABD Özel Harekât Kuvvetleri komutanı iken, emekli olmuş.
Şimdi, Allah bilir, ne iş yapıyor.
ABD’nin derinlerin derini devlet kademelerinde bulunmuş bir kişi, emekli edilip, balık tutmaya gönderilmez.
Kendisi bütün bu ağır ve ciddi görevlerine mukabil müşteri ilişkileri ve marka yönetimi gibi reklamcılık ve iletişim işlerinden anlayan bir kişi olsa gerek,
22 Temmuz 2017 tarihli Reuters haberinde YPG’ye bir “marka sorunu” olduğunu söylediğini anlatıyor.
Habere göre, emekli Org. Thomas’ın, ABD
Azerbaycan’ın adeta üzerindeki ölü toprağını silkip, 27 yıl Ermenistan’ın işgali altında bulunan Karabağ ve çevresindeki yedi bölgeyi kurtarmasından sonra İran’ın duyduğu rahatsızlığı anlamak mümkün. Onaylamak değil elbette ama 1979’dan beri sadece İran’ı değil Güney Azerbaycan’ı da bir cehennem cenderesi altında tutan mollaların telaşının kaynağını görmek çok kolay.
Bugün, Farsi İran’ın, İran diye bildiğimiz toprakların üçte birinden küçük olduğunu, ülkenin diğer bölümlerinin sadece Güney Azerbaycan’dan değil ama Horasan, Belucistan, Kaşkay, Loristan, Türkmenistan ve Arabistan’dan oluşan üçte ikisinin bir azınlığın işgali altında bulunduğunu söyleyenlerin var olduğunu biliyoruz. Mollalar da biliyor. İslam’ı, hatta Şiiliği bir tür sosyal tutkal olarak kullanan mollaların bildiği bir şey daha var: Azerbaycan, zengin uluslararası ilişkileriyle, petrol zenginliğini halkına adil şekilde paylaştırmasıyla, kalkınma çabasının her gün biraz daha muhteşem sonuçlarını dünyaya
İngiliz Economist dergisinin yazarı her kimse, çok realist-romantik birisi olmalı; geçen hafta Yunanistan ile Fransa arasında imzalanan yeni anlaşmaya bir taraftan “savunma ittifakı” diyor, diğer taraftan da Kirya Miçotakis’in “Bu, Fransızlarla Elenler arasında bir aşk hikayesi” dediğini yazıyor.
Tam bir yıl önce bu sütunda Miçotakis’e adaşı Kyriakos Venizelos’un Yunanistan’ı yakan tuzağı Avrupalıların, özellikle Fransa’nın yeniden kurduğunu hatırlatmış; 10 milyon Yunan’ın 1919’daki kadere tekrar ve yine bir Kirya’nın eliyle sürüklenmekte olduğunu ifade etmiştik. Yunan halkının Fransızlara bir aşk beslediklerine dair bugüne kadar belirti görmedik; ama belli ki Kirya Miçotakis, gece rüyalarına giren Türkiye korkusunu Fransız zırhlıları, uçakları ve nihayet “savunma ittifakı” ile giderebileceğini sanıyor.
Economist’in biraz alaycı, biraz “Peki bu anlaşmanın suyu nereden geliyor?” merakını yansıtan makalesinde, korkunun sadece Yunanistan’a değil, Fransa’ya da ait olduğu
Uluslararası vals bize yabancı değil. Ne zaman Cumhurbaşkanı Erdoğan Rusya lideri Putin ile baş başa görüşecek olsa, Rus güvenlik ve diplomasi çarkı döner ve Suriye’nin kuzeyinde, Esad aleyhtarı güçlere saldırır. Suriye’nin çeşitli yerlerinden gelen ve İdlib vilayetinde konuşlandırılmış olan rejim aleyhtarı muhalefeti Türkiye’nin desteklediği bilindiği için, bu gruplara karşı yapılan (ama gerçekte masum sivillerin katledildiği) saldırılar bir anda Erdoğan-Putin zirvesinin ana gündem maddesi olur. Oysa Türkiye, sadece, Rusya’nın terörist dediği, aslında sadece rejim aleyhtarı olan muhalefete yapılan saldırıları değil, bu muhaliflerin de katılacağı adil ve serbest seçimlerden tutun, ABD’nin Suriye’yi bölme planından, ABD’nin desteğinde, PKK’nın güdümünde ülkeyi bölmeye çalışan YPG ve PYD gruplarına Rusya’nın verdiği desteğe kadar tüm Suriye meselesini görüşmek istiyor. Ama bu valsin kuralı şu: İdlib’e iki bomba salla, Türkiye “Suriyeli teröristler” konusunu