İsrailli Mordi ve Natali Oaknin çiftinin casusluk şüphesiyle tutuklanmasında, bu işlemin pazarlık unsuru olarak kullanılmak istenmesi gibi bir art niyet bulunmadığı İsrail tarafından biliniyordu. Başbakan Naftali Bennett için her ne kadar eski Başbakan Netanyahu’nun öğrencisi deniyorsa da ne o ne de ortağı Yair Lapid Netanyahu gibi kişisel reklam peşinde olmadıkları için, Oaknin meselesi, hukuka ve diplomatik nezakete uygun şekilde ve sessizce halledildi.
Meselenin hukuku ilgilendiren taraflarıyla ilgili yorum, analiz, spekülasyon gerekmez. Gereken ne ise güvenlik ve kovuşturma aşamalarında yapılmış ve alınması gereken sonuç alınmış bulunuyor. Asıl bakılması gereken nokta, İsrail hükumetinin olay sırasında ve sonrasındaki dostane tavrıdır.
Gerek Cumhurbaşkanı Yitzak Herzog, gerekse Başbakan Bennet, hadisenin başından itibaren Türkiye’nin hükümranlık haklarına saygılı davranmış ve yasal soruşturmanın sonuçları ne olursa olsun, iki ülke arasında diplomatik bir anlaşmazlığa konu olmayacağı teminatını açıkça vermişlerdi.
Cumhurbaşkanı Herzog, 1983-93 arasında cumhurbaşkanlığı yapmış
AB, aslında Avrupalı emekli diplomatlara yeni iş kapısı temin ettiği için asla batmaz! Bütün Avrupa ülkelerinin Türkiye’de büyükelçileri var; bir de Brüksel’in kendi temsilcisi var, neye yarıyorsa! Bu büyükelçilerden biri olan Fransız Marc Pierini, şimdi Carnegie kurumunun Avrupa biriminde öğretim üyeliği yapıyor ve kaleme aldığı seviyesiz yazıda, “Türkiye NATO’ya ve AB’ye daha ne kadar meydan okuyabilir?” diye soruyordu. Cevabı belliydi: “Artık yeter! Erdoğan faktörü Türkiye’yi hızla Batı’dan uzaklaştırıyor. AB ve NATO artık Türkiye’ye kuvvet diliyle hitap etmelidir.”
Bir başka Avrupalı, sözüm ona bilim insanı Aurel Sari, bir güvenlik dergisindeki yazısında soruyor: “NATO Türkiye’yi hukuken kovabilir mi?” Onun da cevabı belli: Elbette kovabilir. Yazıyı bitirince anlıyorsunuz ki NATO’nun askeri ittifaktan daha fazlası olduğunu belirten yazar Türkiye’ye -üyeliği askıya alınarak kendisine çekidüzen vermesi için- bir fırsat tanınması
Kendisini sosyal medyada “Gazeteci, yazar, savunma ve jeopolitik analizcisi olarak tanıtan Andreas Mountzouroulias, bir süreden beri ne analizle, ne diplomasiyle ve ne de savunma ile ilgisi olmayan yazılar yazıyor, demeçler veriyor. Geçenlerde İran’da yayınlanan bir gazetede Mountzouroulias, AB ve NATO’nun Türkiye’ye karşı harekete geçmesinden tutun, Libya ile yapılan münhasır ekonomik bölgeleri birleştirme anlaşmasının hukuki olmadığına, Türkiye’nin “mavi vatan” kavramının uluslararası deniz hukuku sözleşmesine aykırı olduğuna kadar birçok konularda görüşlerini ifade etti. Son açıklaması ise NATO’nun Türkiye’yi üyelikten çıkartması gerektiği şeklinde. Bir NATO üyesi başka bir NATO üyesini tehdit ediyorsa, o ülke üyelikten atılmalı imiş.
Bu görüş sadece bu genç gazetecinin “Türkiye korkusu” ile açıklanabilir ve üzerinde bile durulmazdı. Ancak üniversite profesörlerinin, sözüm-ona düşünce kuruluşları uzmanlarının da bulunduğu yazarların, hatta
İstanbul, geçenlerde iki Amerikan gemisini ağırladı. Ağırladı, lafın gelişi! Birisi hiç durmadı; diğeri standart “liman ziyareti” yaptı. Porter destroyeri 30 Ekim’de, dört gün sonra da 6’ncı Filo amiral gemisi, amfibi Mount Whitney Karadeniz’e açıldılar.
Rusya Savunma Bakanı Sergey Şoygu, NATO gemilerinin harekâtını takip ettiklerini söyledi, “Hepsi uzun menzilli hassas silah sistemleriyle donanmış bu gemiler, Rusya’nın göbeğinin altında turistik amaçlarla dolaşmıyorlar!” dedi. Bir savunma bakanı bu ifadeyi mizah olsun diye kullanmaz; hele bu sözlerden hemen sonra, Kırım kara sularına girdiği için üzerine ateş açılan İngiliz Kraliyet Donanması’na mensup Defender muhribini hatırlatırsa.
NATO ülkeleri, Kırım’ın Ukrayna’dan ayrılıp Rusya’ya katıldığı açıklamasını kabul etmiyorlar. NATO’ya göre Rusya Ukrayna’ya ait özerk Kırım Bölgesi’ne zorla el koydu. Rusya ise zaten cumhuriyet olan Kırım’ın referandumla Rusya Federasyonu’na katıldığını öne sürüyor.
Kırım
İskoçya’da iklim değişimiyle mücadele için yapılan COP26 toplantısını izlemiş olmalısınız. İzlemediyseniz, ya da ne izlediğinizi tam anlamamış iseniz, kimse sizi suçlayamaz; çünkü toplantıdan hiç ama hiçbir şey hasıl olmadı.
COP, “Conference of the Parties” (Taraflar Konferansı), bir toplantı türünün adı: ilgili bütün tarafları bir araya getirmeyi amaçlıyor. COP formatında, Birleşmiş Milletler ortaya bir taslak koymuyor; ülkelerin ne yapabileceklerini, kendi katkılarını açıklamaları bekleniyor.
Nitekim, 2015’te yapılan COP21, ortaya Paris anlaşmasını çıkartmıştı. Bu toplantıda ülkelerin “Ben bunu yapmaya kararlıyım” dedikleri ortak katkıları, sanayide ve elektrik üretiminde kömür kullanımına son vermekti.
ABD oyunbozanlık edinceye kadar, Paris Anlaşması umut verici idi. Başkan Trump, “Çin ve Rusya, kömür yakmaya devam ederken, ABD kendi kendisini kısıtlayamaz!” diye, iki yıl sonra anlaşmadan çekildi. ABD’nin bu tutumu, anlaşmayı fiilen anlamsız, hükümsüz hale
Sayın Cumhurbaşkanı’nın uluslararası ilişkiler konusunda danıştığı bazı uzmanlarla sohbet sırasında, hemen o günlerde edilmiş olan “güya stratejik ortak” nitelemesinden hareketle ortaya “Amerika bizim neyimiz olur?” sorusu atılmıştı. Bu yılın başıydı ve şu anda Dışişleri Bakanı olan Tony Blinken bakanlığının onaylanması için Senato’da ifade veriyordu. Mesele yine ABD Türkiye’ye hava savunma sistemi vermediği için Rusya’dan alınan S-400’ler meselesiydi. Blinken, gözünü kırpmadan şöyle demişti:
“Sözde stratejik ortağımız Türkiye’nin Rusya ile aynı çizgide olması kabul edilemez.”
Blinken, Biden’ın Trump tarafından Türkiye’ye bu sebeple uygulanan yaptırımları az bulduğunu ve “ABD’nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası” (CAATSA) kapsamında daha ağır yaptırımlar uygulayabileceğini söylemişti. Bu konuşmada Türkiye’nin neden “stratejik bir müttefik gibi davranmadığını” açıklarken, Blinken, Rusya’yı da “en büyük stratejik rakiplerimizden
ABD’de Demokrat Parti, çökmekte olan altyapı için elde olmayan kaynaklardan nerede ise 2 trilyon dolarlık bir paket hazırlamış bulunuyor. Bu paket, Biden’ın Avrupa zirvelerini tamamlayıp ülkesine döndüğü zaman kendisini bekleyen en büyük sorun olacak.
Sadece çöken köprüler değil; ABD’nin küresel imparatorluğu da çöküyor ve buna engel olmak için, söz gelimi Çin gibi çok çalışmak, çok üretmek ve ucuza satmak yerine, Çin’i yok etmek için çareler arıyor. Nitekim Bush’un “Ebediyen Savaş” kuramı durduk yerde icat edilmemişti. Bu, ABD’nin küresel emperyalizmin anahtarını İngiltere’den devraldığı 1919’dan beri geçerli bir teori. Şimdi Çin’e karşı açılacak soğuk savaşın (dileriz hiçbir zaman sıcak savaşa dönmez) masrafları için, kurumlar vergisinden başka çare kalmadı. Biden, göreve seçilmeden önce başlayan bu kaynak arayışı, bir süre önce sonuç verdi. Kurumlar vergisi en az yüzde
Tam 7 milyar kişi, yani dünya nüfusunun yüzde 85’i son bir yıl bir tür çevre felaketiyle karşılaştı. Söz gelimi, Çin’de bir metro dolusu insan vagonlarda göğüslerine kadar suya battı. “Çin, metro, su baskını” diye okuyunca fantezi gibi geliyor. Çin’de su dolan metroları bırakalım. Kastamonu’nun Bozkurt ilçesinde iki ay içinde ikinci sel felaketi bizi korkutmalı değil mi? Kaz Dağları’ndan gelip Edremit Körfezi’nden su dolduran yangın söndürme uçaklarını görenler hiç fanteziye bakar gibi bakmıyorlardı; hepsinin yüreği ağzındaydı, gözler büyümüş, nefesler tutulmuştu.
Atmosferin ortalama sıcaklığı 1.5 derece artarsa, İstanbul bugünkü gibi iki parçalı değil, ikisi ada, dört parçalı olacak diye tahmin ediliyor. Bu bizi korkutmalı değil mi? Aynı gelişme New Yorkluları korkudan uykusuz bırakıyor olmalı; çünkü kentin üçte biri yok olacak deniliyor. Bu yüzyılın sonunda, atmosfer sıcaklığı 2.7 derece artacak diye tahmin ediliyor; bu, tarım