Diplomasi değişiyor; diplomatlık mesleği de ona paralel olarak değişiyor. Çok değil, 20 yıl öncesine kadar sadece bir okulun değil, o okulun bir bölümünün mezunları Dışişleri Bakanlığı meslek memuru sınavına alınırdı. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’ne de neredeyse geleneksel olarak daima Galatasaray Lisesi mezunları kabul edilirdi. Bu elitizm, diplomatlık mesleğinin bir anlamda toplumun siyaset ve kültür geleneklerinden soyutlanması anlamına “monşerlik” nitelemesini de beraber getirmişti. Ancak bu sadece Türkiye’de böyle değildi; örneğin Fransa’d a Uluslararası Kamu Yönetimi Enstitüsü (IIAP), ABD’de Georgetown Üniversitesi Uluslararası Çalışmalar Programı mezunu olmayanlar dışişleri bakanlıklarının önünden bile geçemezlerdi.
Bütün dünyada bu durum değişiyor; 1990’larla birlikte küresel iletişim düzenindeki liberalleşme ortaya halklararası (public) diplomasi olgusunu çıkarttı. Her ne kadar bu kavram dilimize “kamu diplomasisi”
Uluslararası ilişkilerde şu anda geçerli ekol, “Gerçekçilik” adını taşıyor. Bu ekolün kurucusu Kenneth Waltz, “Ulusların ilişkisi şöyle olmalıdır, böyle olmalıdır...” diyen 19. yüzyılın “normatif” anlayışının yerini aldığında, uluslararası ortamın anarşiden ibaret olduğunu, ülkelerin bu kaosta korunabilmek için “ürkek ve korkak” davrandıklarını öne sürmüştü. Harp okulu kökenli, askeri pilot John Mearsheimer, üniversiteye katılıp uluslararası ilişkiler üzerinde çalışmaya başlayınca, ülkelerin arasındaki ilişkiler anarşik olmakla birlikte, bunun, ülkeleri tümüyle “sindirmediğini” gözlemledi. Mearsheimer’a göre, çoğu ülke çevresine, gücü yeteceğini hissettiğinde uluslararası sistem üzerinde hegemoni kurmaya, “büyük devlet” olmaya çalışıyordu.
Bu yeni bakış açısına “saldırgan gerçekçilik” adı verilirken, Waltz’ın görüşleriyse “savunmacı
Uluslararası Güvenlik ve Montrö Şemsiyesi (2)
Lozan Boğazlar Sözleşmesi ile Montrö’yü mukayese edersek, Lozan’daki üç ilkenin yerini şu üç hedefin aldığını görürüz:
1. Boğazlar ve Marmara’yı silahlandırmasına izin vererek Türkiye’nin güvenliğini sağlamak,
2. Yeni geçiş ilkeleriyle Karadeniz ülkelerine güvenlik teminatı vermek,
3. Boğazlardan geçiş serbestisiyle diğer ülkelerin hukukuna saygı.
Ukrayna-Rusya gelişmeleri sebebiyle yeniden gündeme gelen Montrö Sözleşmesi, 86 yıldır ayaktaysa ve geçen hafta, Türkiye’nin iki ülke arasındaki durumun bir işgal değil savaş halini aldığını belirleyerek sözleşmenin 19. maddesini yürürlüğe sokmasına hiçbir ülkeden itiraz gelmedi ise, bunu, bu üç amacın sağlanmış olmasıyla açıklayabiliriz. Bu üç amaç da, sözleşmede öyle ustalıkla kaleme alınmıştı ki, dolaylı şekilde Batı’nın değil Rusya’nın çıkarına hizmet ediyordu.
Montrö Sözleşmesi, 20 Temmuz 1936’da imzalandı. O gün
Şubat 1936’da İtalya, Habeşistan’ı işgal etti. İtalya’nın Habeşistan ile felaketlere yol açan ilişkisi, Eritre’yi işgaliyle 1889’da başlamış ve iki ülke arasında 1895’te ilk savaş yapılmıştı. Ancak Mussolini, yeni kurulmakta olan dünya düzenini, Birleşmiş Milletler’in ilk çekirdeği olan (İtalya’nın da 4 kurucusundan biri olduğu) Milletler Cemiyeti’ni yok sayarak, 30 bin sivili hardal gazıyla ve “dumdum kurşunlarıyla” öldürmüş, esir aldıklarını yerlere yatırıp üzerinden tankla geçerek katletmiş, sadece Habeşistan’ı değil ama Somali ve 4 ülke dâhil Afrika Boynuzu denen yöreyi işgal etmişti. İtalya işgalle kalmamış, bu bölgenin tümünü ilhak etmişti.
İtalya’ya bu cesareti veren, 5 yıl önce Japonya’nın Mançurya’yı işgali olmuştu. Japonya, 1938’e kadar Çin’deki işgalini genişletmiş, Pekin’e kadar nerede ise Çin’in tümünü ele geçirmişti.
1919’da İngiltere Başbakanı Lloyd George, İtalya Başbakanı Vittorio Orlando, Fransa
Rahmetli hocamız Prof. Dr. Fahir Armaoğlu, 20’nci Yüzyıl Siyasal Tarihi isimli devasa eserinde, Rusya analizlerinin çoğunu, 1853-1856 Kırım Savaşı’nda Rusya’nın uğradığı yenilgiye dayıyordu. Rusya kendisine Karadeniz kapısının kapandığını görünce, bugünkü sınırlarını elde edinceye kadar sürdüreceği Asya macerasına atılmış ve bugün sahip olduğu “dünyanın en geniş ülkesi” sıfatını edininceye kadar da durmamıştır.
Ukrayna, ne kadar geniş görünürse görünsün, Rusya’nın 30’da biri kadar bir ülkedir; Rusya’nın Ukrayna’yı veya onun bir iki ilini, hatta Kırım’ı arazisine katmakla elde edeceği bir kazanç yoktur. Olaya Aralık 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraki gelişmeler, özellikle NATO’nun genişlemesi çerçevesinden bakarsak, şu andaki Ukrayna felaketine yol açan faktörü daha rahat görürüz. Sovyetlerin feshinden sekiz yıl sonra, Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti, 2004’te Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, NATO’ya karşı “muhasara sendromu” ile başlattığı irade savaşı, salı gününe kadar haklı görünen bir konumda sürüyordu. Putin’in, eski Sovyetler Birliği’nin Rusya’dan sonra ikinci en büyük sanayiini yaratmış olan bir halkın 105 yıl önce kurduğu Avrupa’da Rusya’dan sonra ikinci en büyük ülkesini yok sayarak, ayrılıkçı bir azınlığın ilan ettiği Donbas cumhuriyetlerini meşru siyasal varlıklarmış gibi tanıması ve bu sözde ülkelere Rus birlikleri sevk etmek üzere parlamentodan yetki alması bir anda ibrenin değişmesine sebep oldu.
Moğollardan Osmanlılara, Ruslara, Kazaklara birçok milletlerin işgalinde kaldılar ve şu anda ülkelerinde (Ruslar başta olmak üzere) diğer birçok etnik grubun varlığı sebebiyle oranları yüzde 77’ye kadar düşmüş olsa da bir Ukrayna halkı vardır ve 105 yıldır kendi anayasaları, milli marşları ve para birimleriyle, Birleşmiş Milletler’in bütün üyeleri tarafından tanınan ülkelerinde yaşamaktadırlar. 1992’de Avrupa
Yine yoğun dış gündem günlerindeyiz. Bir tarafta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hem sıklığı hem de yoğunluğu artan yeni Afrika turu sürerken, diğer yandan sınırdaş komşumuzla danışma toplantılarına devam ediyoruz.
Erdoğan Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Senegal ve Gine Bissau'yu ziyaret ediyor. Eski adı Zaire olan bu Kongo’yu, komşusu eski komünist Kongo ile karıştırmamak gerekiyor. (Bu arada, iki Kongo’da da resmi dilin hala Fransızca olmasının üzücü olduğu da bir gerçek.) Erdoğan’ın ziyaret ettiği Kongo, Afrika’nın Cezayir’den sonra ikinci en büyük ülkesi. Başkent Kinşasa, dünyanın Fransızca konuşulan en büyük kenti. Böyle baktığınızda, Kongo ile ilişkilerimizin artmasının bu ülkeye sağlayacağı yararları zihnimizde canlandırmamız daha kolay oluyor.
Cumhurbaşkanı, bugün Senegal’in başkenti Dakar’aın yakınındaki Diamniadiao kentinde yapılan Olimpiyat Stadı’nın açılışına katılacak. Stad, Türkiye’nin yüz akı Summa İnşaat tarafından yapıldı. Senegal'in 2022 Gençlik Yaz Olimpiyatları’na ev sahipliği yapmasına
Kişilerin hayatında olduğu gibi, devletlerin hayatında da acılı dönemler vardır. Katar’ın ortadan kaldırılması için, Trump’ın parlayan iki yıldızı, Zayed’in ve Selman’ın oğulları (biri Birleşik Arap Emirlikleri’nin diğeri Suudi Arabistan’ın veliahdı olan) iki Muhammed’in yaptıkları komplo gibi. Ancak, kişilerde olduğu gibi, devletlerin belleklerinde bu kötü dönemler sürgit yer etmiyor; kolayca unutuluyor. 2017 Haziran ayında, Trump’ın ajitasyonu sonucu Arap Birliği’nin kararıyla Bahreyn Katar’ı işgal edecek, BAE ve Suudi Arabistan asker gönderecek ve Katar ortadan kalkacaktı. Güya Katar, İran ile ortak işlettiği petrol ve doğal gaz kaynaklarının gelirini paylaştığı için teröre destek vermiş oluyordu. Trump’ın kısa aklıyla bu gelir kesilince İran’da rejim değişecekti.
TBMM’nin gece yarısı kabul ettiği Katar Tezkeresi’ni de hatırlıyor musunuz? AK Parti ve MHP’nin 240 oyuyla “Katar'ın askeri kurumlarının modernizasyonu suretiyle bölgesel ve küresel barışa katkı sağlanması amacıyla” sembolik bir sayıda Türk askerinin