Bu pandemiden temiz bir dünya ütopyasıyla sıyrılabilmek mümkün mü? Belki bu salgın, yaşadıklarımızdan ders çıkarıp, korona sonrası dünyaya dair kararlar almamızı sağlar. Ya da bir uyanışa vesile olurKoronavirüs yaşamı durdurunca, gezegen soluklanma fırsatı buldu. Hava temizlendi, karbon emisyonları azaldı, hayvan ve bitki habitatı rahatladı. Yaşanan iyileşme, uzay fotoğraflarına bile yansıdı. Kentlerin üzerini kaplayan o kahverengi pus yavaş yavaş silindi. Artık İstanbul’un ilçelerinden Uludağ’ın zirvesini izlemek dahi mümkün. Ulusal Hava Kalite İzleme Ağı’nda da kirli havayı gösteren “kırmızı renkli” bölgeler günbegün yeşile dönüyor.
Ancak diğer yandan milyonlarca insan işini, evini kaybediyor. Hastanelerde de büyük dram yaşanıyor. Böylesi bir durumda doğa kendini yeniliyor diye sevinmek, pek de sağlıklı bir ruh hali değil. “Bak işte doğa intikamını alıyor” basitliğinden kurtulup, insan ve doğanın birlikte var olabildiği seçeneklere odaklanma zamanı. Belki bu salgın, yaşadıklarımızdan ders çıkarıp, korona sonrası
Evde kal sloganına uyanlar çoğalınca ve hafta sonu sokağa çıkmayınca onları daha iyi duyar olduk; hatta bazıları yeniden doğada görülmeye başladı, kanat çırpışlarının sesini bile duyduk ve “Oh! Şehirde kuşlar varmış” dedik sevinçle.Meğer İstanbul’da ne çok kuş varmış. Hafta sonu sokağa çıkma yasağı olmasa bu derece farkına varamayacaktık. Evde sıkılıp, başımızı pencereden her uzattığımızda, minik canlıların muazzam müziği çalındı kulağımıza. Araba ve korna sesleri olmayınca, ilk kez bu kadar net duyduk onları. Şehirde de doğal bir yaşamın süregittiğine tanıklık ettik. Daha da edeceğiz gibi.
Peki, neydi duyduğumuz? Pencere kenarında kitap okurken kulağımıza çalınan o sesler kime aitti? Ekolog ve kuş gözlemcisi Kerem Ali Boyla’ya göre kimimiz büyük baştankarayı duyduk, kimimiz karabaşlı ötleğeni. Zaten kumru ve serçeye aşinaydık. Şimdi bülbül ve saksağanlar da katıldı o koroya. Hatta Şişli ve Beşiktaş’ta ağaçkakan duyanlar bile olmuş Boyla’nın anlattığına göre, “Etiler’den ağaçkakan ses kaydı geldi kuş
Her şey bir yarasanın pangolini ısırmasıyla başladı ve bu hayvanda mutasyona uğradıktan sonra insana sıçradı. Yaşadığımız tüm sürecin başlangıcı aslında doğadaki bu kelebek etkisi
Herkes koronavirüsün nasıl oluştuğunu merak ediyor. Laboratuvarda üretildiğinden tutun, uzaydan geldiğini söyleyenler bile var. Hatta hatırı sayılır bir kesim, 5G çalışmaları esnasında açığa çıktığına inanıyor. Oysa ki bilim 60 yıldır zaten koronavirüse aşina. İnsanlarda hastalığa neden olan ve hepsi de hayvan kökenli 6 tipi var. Bizi evlere kapatan ise Çin’de canlı hayvan pazarında insana sıçrayan yeni tip koronavirüs. Enfeksiyon Hastalıkları Derneği Başkanı Prof. Dr. Mehmet Ceyhan, geçtiğimiz günlerde bu virüsün kökenini de açıkladı. Virüs, yüzde 81 oranında yarasa, yüzde 19 oranında pangoline aitmiş. Yani virüsün annesi yarasa, babası pangolin. Pangolin ile temas eden bir yarasadaki koronavirüs, bu hayvanda mutasyona uğradıktan sonra insana sıçrıyor. Yaşadığımız tüm sürecin başlangıcı aslında doğadaki bu kelebek etkisi!
Kehanet
Tabii
Meğer “Milenyum çağı” diye güle oynaya girdiğimiz 2000’li yıllar, “virüs çağı”ymış. Uzayda yaşam, yapay zekâ, uçan araba derken; nasıl el yıkayacağımızı, evde yaptığımız ekmeğin nasıl kabaracağını konuşur olduk haftalardır.Yeni virüslerin ortaya çıkma sebeplerinden biri de egzotik hayvanlarla giderek artan oranda temasa girmemiz. Balta girmemiş ormanlarda sürekli daha derinlere giriyor ve oradaki biyolojik çeşitliliği monokültüre indirgiyoruz.” Almanya’da koronavirüs önlemlerini yöneten Robert Koch Enstitüsü’nün başkanı Lothar Wieler’e ait bu tespit. Bağışıklık sistemi profesörü Vedat Bulut’un saptaması ise bu tespiti bir adım ileriye taşıyor: “Ekosistemin bozulması halinde yeni virüsler ve salgınlarla karşılaşacağımız açık. Örneğin Latin Amerika bölgesinde görülen Zika virüsünü taşıyan sinek türü, küresel ısınmanın etkisiyle geçen yıl ilk kez Türkiye’de gözlendi. Önümüzdeki 5 yıl içinde Zika
Tam poşeti hayatımızdan çıkarıyorduk ki, koronavirüs geldi çattı. Artık virüs endişesiyle marketlerde sebze-meyveler bile poşetlenerek satılıyor.Tek kullanımlık plastiklere aşırı talep var. İnsanlar, başka elin değmeyeceği çatal, kaşık ve tabaklarla yemek yemeyi daha güvenli buluyormuş. Virüsün yemekle bulaşmasından endişe edenler de, paketli ve ambalajlı gıdaya yönelme eğiliminde. Ancak bunun ne kadar akılcı olduğu tartışmalı. Çünkü yapılan deneylerle biliyoruz ki, Covid-19 plastik yüzeylerde 3 gün boyunca canlı kalabiliyor.
Başka yüzeylerde ise bu süre çok daha kısa. Yani herhangi bir yüzeyde birkaç saatte etkisini yitirebilen bir virüsü, kendimizi korumak için sarıldığımız poşetle evimize kadar taşımamız oldukça muhtemel. Yine hijyen kurallarına uyulmadan paketlenen bir yiyecekte de durum aynı.Tek kullanımlık plastiklere aşırı talep var. İnsanlar, başka elin değmeyeceği çatal, kaşık ve tabaklarla yemek yemeyi daha güvenli buluyormuş. Virüsün yemekle bulaşmasından endişe edenler de, paketli ve ambalajlı gıdaya yönelme
Koronavirüs riski karşısında eve gıda stoklamak bir çözüm olarak görülebilir; ancak ya gıda zincirinde sıkıntı yaşanırsa! İşte o yüzden kendi gıdamızı yetiştirmenin basit yollarını bilmemizde yarar var.
Ülkemizdeki ilk koronavirüs vakasıyla birlikte hepimiz soluğu marketlerde aldık. Sadece birkaç saat içinde ne un kaldı raflarda ne makarna. Daha salgın başlamadan yaşadığımız bu tablo, gıda zincirinin aslında ne kadar kırılgan olabileceğini gösterdi bize.
Peki, böyle bir durumda ne yapmalı? Bunun en kestirme yolu kendi gıdamızı yetiştirmek. Buna bu köşede daha önce de değinmiştik. Mesela balkonda saksı tarımı... Günlük hayatta sıklıkla tükettiğimiz domates, biber, ıspanak, marul, taze soğan, sarımsak gibi bitkileri aslında saksıda yetiştirmek pekâlâ mümkün. Hatta 2 metrekarelik bir alanda 1 yıl yetecek kadar patates dahi yetiştirebiliriz. Gelin buna bir de besleyici değeri oldukça yüksek mantarı ekleyelim.
Doğal mantar kiti
Türkçeye yeni kazandırılan “Tıpta ve Sağlıkta Balon Bilgiler” adlı kitap doğru bildiğimiz ve yaygın olarak inandığımız birçok bilginin aslında temelsiz olduğunu anlatıyor
Gerçek ayakkabılarını giymeden, yalan 3 kez dünyayı dolaşır”... ABD’li yazar Mark Twain’in bu sözü tarihe kazımasının üzerinden neredeyse 150 yıl geçti. Bugün, yalanın yükselen performansına tanıklık ediyoruz. Yaşadığımız ileti bombardımanında gerçek pabucunu bulana kadar yalan artık 3 değil, 300 kez dünyayı dolaşıyor. Doğru ise adeta emekliyor. Yalanın sesi o kadar gür ki, gerçeğin sesini duyan pek olmuyor.
İşte koronavirüs. Önce laboratuvarda üretildiğine inandık! Sonra günlerce kelle paçayla paçayı kurtaracağımızı sandık. Ardından tuzlu suyu çare bildik. Bir bölümümüz genimiz nedeniyle virüsün bize uzak durduğunu düşünüyordu ki, ilk vaka açıklandı. İşin garip yanı, teyide muhtaç bu bilgileri hekimlerin dolaşıma sokması. Enfeksiyon uzmanları ise asıl çabayı virüsten çok, yanlış
Otobüste, metrobüste pek çok kişinin elinden düşürmediği cep telefonları, yarattıkları elektromanyetik kirlilik nedeniyle virüslerin etkisini artırabiliyor
Koronavirüs kapımızda. Herkes endişeli. Maskeler, el dezenfektanları adeta yok satıyor. Otobüs, metro ve metrobüsler dezenfektanlarla temizleniyor. Peki bu önlemler yeterli mi? Almamız gereken başka tedbirler de var mı? Mesela toplu taşıma araçlarındaki cep telefonu kullanımını sınırlandırmak gibi. “Ne alaka” dediğinizi duyar gibiyim. Aslında ilk okuduğumda ben de benzer bir tepki verdim. Ama isterseniz önce önerinin sahibi, Işık Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi Dr. Rüştü Murat Demirer’e bir kulak verelim:
Baz istasyonu gibi
“Elektromanyetik kirliliğin virüslerin etkisini artırdığına yönelik araştırmalar var. Özellikle metrobüs ve otobüslerde yoğunluk nedeniyle noninozie şiddet çok yüksek. Herkesin elinde bir telefon var ve Faraday kafesi etkisi nedeniyle adeta bir baz istasyonuyla yolculuk ediyoruz. O yüzden İBB