Çiftçi, sebze-meyve satışından, tacirden, komisyoncudan, satıcıdan daha az pay alıyor. Bu tabloyu çiftçi lehine çevirmek için çabalar var ama bir de ucuzluk sağlanabilse.
Bugün İstanbul’da sebze-meyvenin kilosu ortalama 10 lira. Peki, bu 10 liranın sizce ne kadarı çiftçinin cebine giriyor? Raporlara göre yarısı bile değil. Sadece 3 lirası çiftçinin oluyor. Bu 3 lirayla da çiftçi; mazottan gübreye, tohumdan işçiye tüm giderlerini karşılamaya çalışıyor. Paranın kalanı ise tacire, komisyoncuya, satıcıya gidiyor. En çok da satıcıya. 10 liranın 3 lirasını toprağa elini bile değdirmeden o alıyor. Bu tablo sizce de adaletsiz değil mi?
Çiftçi açısından mutlaka öyle. Ancak sistem yıllardır böyle işliyor. Aslında işleyişi tersine çevirmek mümkün. Tek yapılması gereken, tarladaki gıdayı aracısız bir şekilde sofraya ulaştırmak. Neyse ki son dönemde bunun denemelerini görmeye başladık. Özellikle yerel idareler, hatta Bursa’da bizzat İl Tarım Müdürlüğü üretici
Suya karşı ne kadar hoyrat davrandığımızı, bir gün çeşmeden akmadığında fark edeceğiz. O zaman da iş işten geçmiş olacak. İyisi mi bugünden neler yapabiliriz, ona odaklanalım
Su krizi kapıda! Aylardır süren kuraklık nedeniyle İstanbul’a su sağlayan barajlar kurumak üzere. Uzmanlara göre, önümüzdeki birkaç ay boyunca etkili yağış da görülmeyecek. Böylesi bir tabloya İstanbul’un çok fazla dayanması mümkün değil. Çünkü kent, adeta bir sünger gibi çevresindeki su kaynaklarından günde milyonlarca metreküp su çekiyor. Barajlardaki su, her 4 günde yüzde 1 oranında azalıyor.
Tabii bu suyu azaltan biziz. Ve bunu yaparken pek de dikkatli davrandığımız söylenemez. Ama gerçek değerini yoksun kaldığımızda anlayacağımız kesin.
Musluktan başlayalım
Mesela musluk. Tamam diş fırçalarken, tıraş olurken açık bırakmayalım, damlayan muslukları da tamir edelim. Ama musluğun bizatihi kendisi de çok önemli su meselesinde. Çünkü evlerde kullanılan suyun yüzde 70’ini banyo ve
Biyolojik çeşitlilik bakımından en zengin ülkelerden biriyiz; ama bu zenginliğe ne denli bilinçli yaklaşıyoruz acaba?Yarın, “Nesli Tehlike Altındaki Türler Günü”. Bu özel gün en çok bizi ilgilendiriyor; çünkü biyolojik çeşitlilik açısından en zengin ülkelerden biriyiz. Bitki çeşitliliğimiz eşsiz. Neredeyse tüm Avrupa kıtası kadar bitki türüne ev sahipliği ediyoruz. Ve bu türlerin üçte biri, sadece bu coğrafyada yetişiyor. Diğer yandan hayvan türleri açısından da çok şanslıyız. Anadolu’ya özgü onlarca hayvan, ekosistemimize eşsiz bir zenginlik katıyor.
Tabii, önemli olan toplum olarak bu zenginliğin ne kadar farkında olduğumuz. Maalesef nesli tehlike altındaki türlerin av diye vurulmasına tanıklık ediyoruz. Yavru boz ayının, öldürülüp işkenceye uğramasına dair görüntüleri hatırlayacaksınız. Öte yandan dağ keçilerinin, kızıl geyiklerin, hatta ceylanların bile avlanmaları için ihaleler düzenlendiğini görüyoruz. Ekosistem için
“Sahil boyunca uzanan çam ağaçlarından ayda 5 bin lira gelir elde edilebiliyor” desem! Eminim bu yazı daha da iştahla okunur. Ama bunu salt yazıya ilgi çekmek için söylemiyorum. Aslında Türkiye için kaçırılan bir fırsata dikkat çekmeyi amaçlıyorumSahil kıyılarında daha çok sıralanan kızılçam ve sahil çamı, gerçekten de ekonomik açıdan büyük bir değer sunuyor. İki ağaç türünden elde edilen reçinenin ham kilo fiyatı 3 dolar. Bir kızılçam 1 kilo, sahil çamı ise ortalama 2,5 kilo reçine salgılıyor. Ülkemiz ormanlarında da iki türün sayısı epey fazla. Ancak buna rağmen Türkiye, her yıl binlerce ton reçine ithal ediyor. Var olan potansiyeli yeterince değerlendiremediğimiz için yurt dışına milyonlarca dolar ödüyoruz. Neyse ki bu durumu değiştirmek için geç de olsa ortaya konulan bir irade var. Orman Genel Müdürlüğü’nün “Reçine Eylem Planı”ndan bahsediyorum. Planın uygulamaya başlanmasından sonra, 2015 yılında 3 ton
Karayla denizin dengesini sağlayan caretta carettalar, bize bir iyilik daha yapacak. Küresel iklim değişikliğinin Akdeniz’in havasını nasıl etkilediğini bize onlar anlatacak. Proje kapsamında uydu vericisi takılan 8 caretta carettadan 3’ü, Patara kumsalından, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan tarafından denize uğurlandı
"Alanyam", 9 yaşında bir deniz kaplumbağası. Bebek denecek yaşta insan hoyratlığıyla tanışmış. Denize bırakılan misina, sağ ön yüzgecine dolanıp, kırılmasına neden olmuş. Neyse ki onu bu halde gören güzel bir insan, Deniz Kaplumbağaları Araştırma Kurtarma ve Rehabilitasyon Merkezi’ne (DEKAMER) durumu bildirip, tedavisine olanak sağlamış. Ampute operasyonu geçiren Alanyam, artık hayatına engelli olarak devam edecek.
Tabii ondan daha dramatik son yaşayanlar da var. Denizde yemek diye yuttukları poşet, plastik parçaları ya da çengel nedeniyle ölüleri kıyıya vuran deniz canlılarından bahsediyorum. Maalesef onlar, bir isme dahi sahip olamadan insan etkisiyle deniz ekosisteminden koparılıyorlar. Oysa ki o ekosistem onlara muhtaç. Çünkü
Ateş çemberi her geçen yıl daralıyor. Küresel iklim değişikliğinin etkileriyle er ya da geç yüzleşeceğiz. Önemli olan ne kadar hazırlıklı olduğumuz
Böyle olacağı belliydi. Daha mayıs ayında kavurucu sıcaklarla karşı karşıya kaldık. Birkaç hafta sonra da Sibirya’dan 38 derecelik rekor sıcaklık haberi geldi. Geçen hafta ise bozulmadan kalan Kanada’daki son Arktik buzulunun eriyerek çöktüğünü öğrendik. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın yayınladığı “İklim Değişikliği ve Tarım” raporu, sıcaklık artışıyla birlikte temel gıda ürünlerinde sıkıntılar yaşanabileceğini haber veriyor. Önümüzdeki 30 yılda kuraklık ve verimsizlik nedeniyle gıda fiyatlarında yüzde 85’e varan artışlar yaşanması olası. Her 1 derecelik artışın buğday veriminde yüzde 6’lık kayba neden olacağı hesaplanmış.
TÜSİAD’ın mart başında yayınladığı raporda da benzer vurgular vardı. Ürün bazında yapılan hesaplamalara göre, 2050 yılına kadar fındıkta yüzde 10, kayısıda yüzde 40, üzümde ise yüzde 20 verim kaybının
Yaz aylarında dolup taşan tatil beldeleri, baş edilemeyecek denli çöp sorunuyla karşı karşıya kalıyor. Çöpümüzü yönetebilmeyi öğrenmeliyiz.Fotoğraflar geçen hafta Şile Ağva plajında çekildi. Mangal artıkları, pet şişeler, gıda ambalajları, sigara izmaritleri ve elbette maskeler… Diğer tatil beldelerinde de manzara benzerdi. Yazlık misafirlerini ağırlayan beldeler, çöp dağlarıyla karşı karşıya kaldı. Hatta Marmara Ereğlisi’nin belediye başkanı, “Bari çocuk bezlerini kuma gömmeyin” diyerek, halipürmelalimizi ortaya koyan haklı bir isyanı tarihe kazıdı!
Başkan haklı. Maalesef, çöp konusunda karnemiz çok ama çok kötü. Nerede piknik yapılacak bir ağaç gölgesi varsa, biliriz ki dibi çöplüğe döner. Yapan da arkasını döner gider. Etkin bir ceza sistemi olmadığı için bu durumu değiştirmek çok güç olacak. Doğayı çöpten arındırmak için uygulamaya geçmesini beklediğimiz en önemli enstrüman, depozito. Önümüzdeki yıl, artık başta
Ne demiştik geçen hafta: “Tarım kimyasalları çiftçileri de zehirliyor!” Buna dair çarpıcı bir araştırma ilişti gözüme. Araştırma; tarım çalışanlarının kan ve saçlarının, uyguladıkları pestisitler nedeniyle adeta zehir deposuna döndüğüne işaret ediyor.
Çalışma, Adana Ceyhan’daki 66 tarım çalışanından saç ve kan örnekleri alınarak yapılmış. Ve bunlar laboratuvarda incelenince görülmüş ki, çiftçilerin her birinin saçında en az 1 pestisit aktif maddesi var: Yani zehir! 66 çiftçinin saçında 31 farklı zehir saptanmış. Çiftçilerin saçından ortalama 6 farklı pestisit çıkarken, bulunan kimyasalların yüzde 16.1’inin kullanımı yasak zehirler olması ise içler acısı. Kan örneklerinde sonuçlar daha da kötü.
Çiftçilerin neredeyse tamamının (yüzde 94) kanında en az 1 zehir tespit edilmiş. Kanında 5 ayrı tarım kimyasalı bulunan çiftçi dahi var.
Bile bile lades!
Tarım çalışanlarının kanında toplam 15 ayrı zehrin izine rastlanırken,