Elif Şafak’ın yeni romanı okurla buluştu. ‘Havva’nın Üç Kızı’, önce Türkiye’de yayımladı. İlerleyen tarihlerde Almanya ve Amerika’da da piyasaya çıkacak. Şafak romanını, her zamanki gibi Londra’da yazdı, İngilizce olarak kaleme aldı. Sonra kitap profesyonel bir ekip tarafından Türkçe’ye çevrildi. O da kendi üslubuna uygun olsun diye, Türkçe versiyonunun üzerinden bir kez daha geçti. Kimilerine hâlâ tuhaf gözükse de bu yöntem yazarın kendine özgü üretim tarzı oldu.
‘Havva’nın Üç Kızı’, tasarımı Yiğit Karagöz’e ve illüstrasyonu Jack Hughes’a ait iki ayrı kapakla çıktı. Herhangi bir maksatla değil, sadece iki kapak arasında karar veremedikleri için böyle bastılar. Kitabın çıktığı ilk günler itibarıyla 1 - 2 röportaj veren yazar, hemen ardından İstanbul’dan ayrıldı. Kısacası, tümüyle profesyonel bir iş yapma şekliyle süreç tamamlandı.
Bana göre, Şafak adı üzerinden beklenen o tartışmalı durumlara pek de yer kalmadı.
Meseleler çok fazla
Peki, ‘Havva’nın Üç Kızı’nın meselesi ne? Aslında bir değil; birçok meselesi var. Yazarla sohbet ederken hissettiğim onun istediği birey ve toplum olarak bugünkü duygu halimizi tartışalım, sorgulayalım. Doğru ve yanlış diye keskin ayrışmalara kapılıp kendimizi ötekinin yerine koyma çabasından vazgeçmeyelim. Hâl böyle olunca farklı dünya görüşlerinin hepsini bir romana yazmaya, kahramanların hepsinin derdini anlatmaya yetecek bir kurguya ihtiyaç oluyor. Türkiye’nin giderek daha karmaşık hale gelen sosyolojik yapısını resmetmeye çalışan bu olaylar örgüsü için epeyce kafa yormak gerekiyor. Son tahlilde, okura da akıcı bir dille ve iyi bir kurguyla yazılmış bu romanı okumak düşüyor. Bu ülkedeki ‘laik, kemalist’ veya ‘dindar, muhafazakâr’ veya tüm diğer ‘öteki’ olan kesimlerin romanda kendinden bir şeyler bulup bulamayacağıysa okurun kendisine kalıyor. Ne de olsa aslolan demokrasi.
Büyük resimde ne var?
Bana göre Elif Şafak, yarattığı kahramanların temsil ettiği dünya görüşleri üzerinden büyük resmi çizmeye çalışıyor. ‘Havva’nın Üç Kızı’nda öne çıkan karakterlerden bahsetmek gerekirse;
Romanın başkahramanı Peri, hem sınıfsal hem düşünsel hem de duygusal olarak sıkışmış bir karakter. Önce ailesinde birbirine taban tabana zıt görüşlere sahip ve birbirini reddeden anne ve babası arasında kalıyor. Sonrasında hayat onu Havva’nın diğer iki kızıyla, Şirin ve Mona’yla karşılaştırıyor. Şirin, ‘günahkâr’, Mona ise ‘inanan’. Diğer yandan Peri, yakın çevresindeki bu farklılıklar ve kafa karışıkları içinde sığınacak bir liman buluyor; Profesör Azur. Azur, yazarın deyimiyle hayali olan hatta gerçek olamayacak kadar ideal olan.