Geçen hafta bir nevi isyan halinde, Türk sinemasında son dönem filmlerin niteliksizliğinden söz ettim. Tam da böyle bir zamanda ‘Annemin Yarası’, bana ilaç gibi geldi. ‘Popüler olmak illa ki sığ olmak anlamına gelmemeli’ şeklindeki tezimi doğrulayan, derinlikli ve nitelikli bir film olan ‘Annemin Yarası’ bugün vizyona girdi.
“Nedir bu filmi farklı kılan?” diye sorarsanız, şöyle anlatmaya çalışayım;
- Her biri popüler isimlerden oluşan oyuncu kadrosu, iyi bir hikaye ve sağlam kurgu söz konusu olunca en iyi performansı sergiledi.
- Çok sayıda ticari komedi filminin de yapımcılığını üstlenen BKM, bu kez geri planında Bosna’da yaşanan dramı ele alan bir hikayeye para yatırdı. Meselesi olan bir filmle sinemada elini taşın altına koydu.
- ‘Annemin Yarası’ dram olsa da ‘gişe için külliyen ağlatmak lazım’ takıntısından sıyrılıp, Ozan Açıktan’ın yönetmenliğinde acıyı da eğlenceyi de renkli bir dokuda işlemeyi ve ağırlaştırmadan akıcı hale getirmeyi başardı.
- Senaryo için yönetmeni Ozan Açıktan, oyuncularından Ozan Güven’in de içinde yer aldığı bir ekiple titizlikle çalıştı.
- Ozan Güven’in hayat verdiği ‘Borislav Mılıc’ karakteri üstün bir performans olarak kayda geçti.
Geçen haftanın sinema olayı, kuşkusuz Oscar’lardı. Sinemanın en büyük ödülleri için kilometrelerce uzaktan, onlarca saat farkına rağmen biz de heyecan yaptık, tahminlerde bulunduk, hatta bizim favori filmlerimiz ödülsüz kaldığında sitemkâr bile olduk.
Yanlış anlaşılmasın, ne haddimize Akademi üyelerinin seçtiklerine dil uzatmak...
Kesinlikle kinaye yapmıyorum ve samimiyetle Oscar ödülleriyle dünyanın en büyük sinema endüstrisinin tercihlerinden ne tür çıkarımlar yapmalıyız diye düşünüyorum. Nitekim Oscar ödülleri dağıtıldıktan sonra bazı fikirler kafamda daha da netleşiyor.
İşte sinemasever bir dünya vatandaşı olarak Oscarlar’ın ardından içimden geçenler;
Amerikan film endüstrisiyle dünyanın geri kalanındaki film endüstrisi arasındaki ölçek farkı hiçbir zaman kapanmıyor.
Müzik piyasasında yeni şarkılardan oluşan albümler daha fazla heyecan yaratıyor. Söz konusu albüm, hakkında en çok yapılan tarifle, ‘yıllara meydan okuyan’ Ayşegül Aldinç’ten gelince daha da anlamlı oluyor. Evet, piyasanın zor zamanında, Ayşegül Aldinç ‘Sek’iz’ adını verdiği, sıfır şarkılardan oluşan yepyeni albümüyle dinleyici karşısına çıktı. Son yıllarda, tekli (single ) çalışmaları olsa da, uzun aradan sonra gelen bir albüm bu. Yine de Ayşegül Aldinç’in sakinliğini, dinginliğini bilenler için çok da gecikmiş bir albüm olarak algılanmadı. Albümde Mabel Matiz’den Kenan Doğulu’ya, Göksel’den Yüksek Sadakat’e, Eflatun’dan Harun Tekin’e kendi alanında özgün işler yapan müzisyenlerden birer şarkı var. Sözüyle, müziğiyle, hepsi de ‘O’nun için özel yapılmış şarkılar. Her ne kadar bir düet albümü sayılamazsa da, şarkıların bestecilerinin düet ya da vokal olarak Ayşegül’e eşlik etmeleri de albümün sürprizi.
Ayşegül Aldinç’le bir araya geldiğimizde “Tarkan’ın bile yeni şarkılarla çıkamadığı bir dönemde, sen nasıl cesaret ettin” diye sormadan duramıyorum. O da “Bu zamanda albüm yapmak delilik” diyor ama tam 16 yıl sonra gelen albümünü “Bu işin içinde bir sihir var, doğru enerjilerin
Hayata tutunmaya çalışırken, yıllar hızla akıyor. Bir bakıyoruz 40’lı yaşlarımız gelmiş de geçiyor. İşte o an, düşünmeye başlıyoruz; kendimiz için ne yaptık? Bir aşamadan sonra, mutluluğun sırrı, ruhunun istediğini yapabilmek. Bu hafta bir tesadüf oldu, ruhunun istediğini yapabilen isimlerle sohbet ettim. Kürşat Başar ve Zeynep Talu’yla yeni albümleri için, Tuna Kiremitçi ile de son romanı için buluştum .
Kürşat Başar, yazarlık, televizyon programcılığı derken an geldi çok sevdiği saksafon ile sahne yapmaya başladı. Dostlarıyla, sevdikleriyle sahneyi paylaştı. Burçin Büke, Zeynep Talu ve kendi kurduğu orkestrası ona yol arkadaşı oldu. Sahnede yaptıkları performanslar albüme dönüştü ve ilk albümü 2012’de yayınlandı. Ardından ekip olarak, çok beklemeden ikinci albüm için çalışmaya başladılar. Nitekim geçen hafta, ikinci albümü de yayınladılar.
Başlangıçta caz algısı varken, yaptıkları müziğin yelpazesini de genişlettiler. İlk albüm ‘Keşke Burada Olsaydın’da pop şarkılar, türküler repertuara girerken ikinci albümde ‘Kaldığımız Yerden’ devam diyerek Leonard Cohen’den Zülfü Livaneli’ye, Deep Purple’dan Orhan Gencebay’a farklı isimlerden farklı müzik türlerinden parçaları bir araya
Bu hafta dizi müdavimi olan televizyon seyircisi için önemli gelişme, Nurgül Yeşilçay’ın ‘Paramparça’ya veda etmesiydi. Ateş olmayan yerden duman çıkmıyor, epey zamandır Yeşilçay’ın diziyi bırakmak istediği konuşuluyordu. Sonunda, dizinin 52’nci bölümünde, senaryo gereği öldürülmek suretiyle ‘Paramparça’dan ayrıldı.
52’nci bölüm pazartesi yayınlandı, hemen ertesi gün hoş bir vesileyle, Koruncuk Vakfı’yla çocuklarımızın eğitimine katkı sağlayan kampanya dolayısıyla Nurgül Yeşilçay ile buluştuk. O’nu çok rahatlamış gördüm. Bir yandan Koruncuk Vakfı ve C & A firmasının yürüttüğü kampanyaya destek verdiği için mutlu, diğer yandan bir süredir “İlk aşkım” dediği resim sanatına geri döndüğü için heyecanlı.
Evet, Nurgül Yeşilçay resim yapıyor. Bir heykeltraş arkadaşıyla atölye kurmuşlar, orada çalışıyorlar. Kendi deyimiyle, ‘kendilerine bir ilim irfan yuvası’ yapmışlar. Anlaşılan, gayet ciddiye alarak çalışıyor, çünkü 2017 gibi bir sergi açmayı planlıyor. Ama oyunculuktan vazgeçmiyor, elbette. Yeni teklifler de almış, senaryo okuyor. Bu yaz bir sinema filmi olacağını, ayrıca bir dizide yer alacağını anlatıyor.
Kariyerinde bir ilk
“Dizi çekeceksen ‘Paramparça’ gibi çok seyredilen bir diziden
Sinema seyircisi, ‘yerli malı olsun, bizim olsun’ diyerek tercihini yerli filmlerden yana yapıyor. Çok komedi, çok romantik komedi derken ara ara sıkılıyor ama vazgeçmiyor, bir sonraki haftanın gözde yerli filmini merakla bekliyor. Epey zamandır gişe verilerinden de ortada olan gerçek şu ki, ülkemde yabancı yapımlar, Türk sinemasının gerisinde kalıyor. Son haftalarda Oscar Ödülleri yaklaşırken, iddialı aday filmler birer birer vizyona giriyor olsa da hem salon sayısı hem de vizyonda kalma sürelerine bakıldığında, o dev prodüksiyonların bile gişede şansı olmadığı anlaşılıyor.
Yine de en iyilerden bahsetmeden olmaz. Bu hafta vizyonda olan, bu ana kadar Altın Küre başta olmak üzere prestijli platformlarda öne çıkan ve Oscar adayları arasında yer alan ‘Carol’ kadın oyuncularının cesaret isteyen performanslarıyla özel bir film.
Filmin Oscar adaylığına kadar olan süreçte aldığı övgüler ve ödüller, film eleştirmenlerinden tüm zamanların en fazla olumlu eleştiri alan filmlerinden biri olması, tahminim o ki Türkiye’deki seyirci için belirleyici olmayacak.
Benim asıl merak ettiğim, eğer giderse, bizdeki seyircinin, iki kadın arasındaki aşk ilişkisinin tüm aşamalarıyla, tüm
Yerli film çokluğu içinde, seyirciye hediye gibi gelen bir film ‘İftarlık Gazoz’. Anlattığı hikaye, gülmecesi ve dramıyla özlediğim türde bir yapım. Bir Yüksel Aksu filmi. Evet, ‘Dondurmam Gaymak’tan izler var; önce yerli dondurma, sonra yerli gazozun derdine düşmüş görünse de aslolan onun iyi bir hikaye anlatıcısı olması. Yüksel Aksu,yine Ege’de geçen bir hikayeye götürüyor bizi çünkü kendi anlatımıyla ‘memleketinde film çekmek daha konforlu’.
‘İftarlık Gazoz’da bizim kuşağın çocukluğundaki Ramazan ritüelleri, kasaba insanının halleri, biraz şive, biraz mahalle gülmecesi derken hepsi tastamam. Üstelik bu kez başrolde bir star, Cem Yılmaz var. Yılmaz’a yine olağanüstü bir keşif, pırıl pırıl bir çocuk oyuncu Berat Efe Parlar eşlik ediyor. Usta - çırak, bu ikili birlikte yıldızlaşıyor.
Sırada bisküvi filmi mi var?
Hikaye yine organik gıdanın endüstriyel gıdaya karşı mücadelesi gibi düşünülse de bana göre bize dayatılan kalıplara karşı bir duruş da var. Hırçın ve öfkeli bir karşı duruş değil, tam aksine biraz naif, biraz nostaljik bir hatırlatma.
Küçücük bir çocuğun Allah inancı ve oruçla sınavı bir yandan, gencecik bir adamın devrim ve ideolojiyle sınavı diğer ya
Bu aralar çokça BKM’yi ziyaret ediyorum. Gülmeye, gülümsemeye en fazla ihtiyacımız olan bu günlerde özenli ve bir o kadar da sade gülmece, BKM’de hayat buluyor. Her perşembe ‘Ata Demirer Gazinosu’ her derde deva bir gösteri olarak yerini sağlamlaştırıyor. Demirer şarkılarla, hikayelerini bir araya getiriyor. Bana göre uzun süredir seyircinin ondan canlı izlemeyi istediği ideal şovu sunuyor.
Ata Demirer, “Bu saatten sonra bana sadece gösteri yapmak yetmez” diyor ve tek kişilik kabareyle seyirci karşısına çıkıyor. Taşkın Sabah ve usta müzisyenlerden oluşan butik orkestra eşliğinde, sadece alaturka değil, Ata’nın sevdiği, canının istediği 18 şarkıyı yorumluyor. Arabeskten Küba müziğine, Napoliten’den oyun havasına, Roman havasından Dede Efendi’ye kadar çılgın bir repertuvar hazırlıyorlar.
Demirer tüm şarkıları ustalıkla söylüyor ve hiç tekdüze olmuyor. Türk sanat müziği söylerken bir kalıba, pop söylerken başka bir kalıba giriyor. 18 parçanın yanında 50 - 60 dakika kadar da şaka yapıyor, hikaye anlatıyor. Şakaları da müziğe dayanarak oluşturuyor. İşte canlı performans budur dedirtiyor. Üstelik repertuvarına eklediği yepyeni bir taklit var ki, seyircinin şaşkınlığı görülmeye