Son zamanlarda en fazla keyif aldığım, iyi müziğin tadına vardığım performans, Kenan Doğulu’nun İş Sanat Sahnesi’ndeki konseri oldu. Kenan Doğulu yaklaşık bir yıldır, yepyeni bir albüm üzerinde çalışıyordu. Sevilen şarkılarının caz formunda düzenlemelerini, alanında hepsi birer virtüöz olan bir ekiple yapıyorlardı.
‘İhtimaller’ adını verdikleri bu özel albüm kısa bir süre içerisinde, 31 Mayıs’ta raflarda olmak üzere hazırlandı. Ve daha albüm yayınlanmadan, yeni düzenlenmelerle şarkıları ilk kez İş Sanat’ta canlı çalıp söylediler. İzlemeye gelen şanslı azınlık olan bizleri ihya ettiler.
Konser öncesinde Kenan Doğulu ile sohbet ederken, her zamankinden daha heyecanlı olduğunu fark ettim. Ama bu sadece, popüler alanda üretmesine alışkın olduğumuz bir müzisyenin, şimdi caz yapıyor olmasından kaynaklanan bir heyecan değildi. Kenan Doğulu, müzikalitesine çok güvendiği bir işi bir an önce dinleyiciye ulaştırmanın telaşını yaşıyordu. Mutlu ve iddialı olmasının en temel sebebi ise başta da söz ettiğim müthiş ekip. Bana göre ‘rüya takım’, onun tarifiyle ‘Türk Milli Caz Takımı’, Kenan’ın albümü için
bir araya geldi.
Türkiye’de her oyuncunun birgün bir Zeki Demirkubuz filminde oynamayı hayal ettiği konusu şehir efsanesi değil, gerçekmiş. Bu kez, şans Aslıhan Gürbüz ve Caner Cindoruk’a gülmüş, Zeki Demirkubuz’un son filmi ‘Kor’da başrolleri pay-
laşmışlar.
Başroldeki bir diğer isim olan Taner Birsel ise zaten Zeki Demirkubuz’un tecrübelisi.
‘Kor’, Zeki Demirkubuz’un uzun zamandır gündemde olan ve sonunda vizyona giren yeni filmi. Sıradan insanların sıradışı hikayesi ama tahmin edersiniz ki, seyirci gözüyle zor bir hikaye daha. Ruhları karartan böyle bir hikayenin baş karakterleri Aslıhan Gürbüz ve Caner Cindoruk için ise aslolan bunun bir Zeki Demirkubuz hikayesi olması. Yani, yönetmen ne dediyse o. Aslıhan Gürbüz de yönetmene tam teslimiyette bir sorun olmadığını söylüyor ama kendisine çok uzak bir karakter olan ‘Emine’yi oynamak için biraz zaman istediğini itiraf ediyor. Nitekim, kocası kaçak işçi olarak gittiği Romanya’da tutuklanan, hasta çocuğu ile tek başına kalan ve hatta gayrimeşru bir ilişkiye yelken açan genç bir kadının nasıl olup da o denli sakin ve ketum olabildiğini hazmetmek, oyuncu için kolay olmamış. Yine de ‘Zeki Hoca’nın bir bildiği vardır deyip, hiç sorgulamamış,
Tiyatro yapmak için sahne, salon, bina lazım... Tiyatrocular, “Biz heryerde oynarız” deseler de bir gün bir salonda, diğer gün başka salonda, sahne bulabildikleri oranda oynamaktan muzdaripler. Hâl böyleyken Kadıköy Moda’da kurulu Oyun Atölyesi yıllardır bir vaha gibi. Fuayesinden salonuna, oyun öncesi ve sonrası oturduğum kafeteryasına kadar her karesinde tiyatronun kokusunu duyabildiğim yer. Bir de yeni bir oyun vesilesiyle Haluk Bilginer ve Oyun Atölyesi ekibiyle buluşuyorsam değmeyin keyfime...
Yeni oyun ‘Pencere’ nisan ayı başında perdelerini açtı. Orijinal adıyla ‘Skylight’, İngiltere’de 1995’ten bu yana sahneye konan ödüllü bir oyun. Türkiye’de daha önce Çetin Tekindor ve Zerrin Tekindor’un yer aldığı bir kadroyla sahneye konmuş. Oyun Atölyesi’ndeyse Haluk Bilginer’in çevirisiyle , ‘Pencere’ adıyla sahnelenen oyunda Haluk Bilginer, Esra Bezen Bilgin ve Kürşat Demir rol alıyor.
‘Pencere’, kadınla erkeğin hikayesi. Söz konusu olan, kadınla erkek arasındaki aşksa, ilişkinin sayısız versiyonu vardır. Ya da Haluk Bilginer’in dediği gibi “Her ilişki tektir”, bir diğerine benzemesi mümkün değildir. Oyunda Bilginer ve Bilgin’in hayat verdiği erkek ve kadın, yasak bir aşkın
Sinemaseverler için Film Festivali dolayısıyla şenlikli iki hafta yaşanıyor. Programını festivale uyduramayanlar içinse ‘91.1’ adlı film, bağımsız listemde önerilecekler arasında yer buluyor. Film, ‘91.1’ adını bir zamanlar Balıkesir’de yayın yapan yerel bir radyonun frekansından alıyor. Zaten bir Balıkesir hikayesini anlatıyor. Yazan ve yöneten Mustafa Haktanır’ın ilk filmi. Her ilk filmini çeken yönetmenin başına gelenleri, hatta biraz daha fazlasını o da yaşamış, “Çekim sürecinde karşılaştığımız engelleri aşma biçimimizle ilgili ileride kara mizah tarzında bir film yapmayı düşünüyorum” diyerek anlatmış halini.
‘91.1’, vizyon öncesinde Antalya Film Festivali’nde seyirciyle buluşmuştu. O zaman da aldığı övgüler kulağıma gelmişti. Seyredince hemfikir oldum; bu proje farklı... Çünkü;
- Bütün ekip elini taşın altına koymuş, sadece yapım ekibi değil, Hakan Kurtaş, Ali Barkın, Güneş Sayın, Derya Alabora ve Hakan Bilgin başta olmak üzere tüm oyuncular gönülden hatta gönüllü olarak filmde yer almış.
- Senaryonun çıkış noktası, Balıkesir Engelli Basketbol Takımı’nın kaptanı Alper Şentürk’ün bir dönem yaşadıklarıymış. Dolayısıyla, filme bir de sosyal sorumluluk eklenmiş. Ama ajitasyon
Sinemamızda biraz da çeşitlilik olsun diyordum, nihayet farklı türde yerli filmler seyretme şansı buldum... Biri duygusal aksiyon, diğeri tarihi drama olan iki film de bugün vizyonda...
Ruhumuza hitap edecek, yüreğimize dokunacak bir film olsun derseniz, ‘Yitik Kuşlar’ı kaçırmayın. Yapım, 1915 olaylarına dair Türkiye’de çekilen ilk film olarak tanıtıldı. 1915’te bu topraklarda yaşanan acıları, beyaz perdeye aktarabilmek önemli bir adım. Yaşananları iki küçük çocuğun gözünden, çocukların kendileri gibi olabildiğince saf ve temiz bir bakış açısıyla anlatabilmekse bu filmin ayrıcalığı. Ve filmi seyrettiğimde anlıyorum ki; tek bir insan hikayesi üzerinden toplumların yaşadığı acılara dokunmak, ortak bir duyguyu paylaşmak çok daha mümkün. İşte o yüzden ‘Yitik Kuşlar’, propagandası, açık veya örtülü mesaj kaygısı olmadan, derdini anlatmayı başarıyor.
Karanlıktan aydınlığa
Anadolu’da bir Ermeni köyünde ailesini kaybeden iki kardeşin, Bedo ve Maryam’ın hayatta kalma mücadelesini izlerken gözümden süzülen birkaç damla gözyaşı, bu kez karanlığı değil, aydınlığı hatırlatıyor.
Sinemasal anlamdaysa, Aren Perdeci ve Ela Alyamaç’ın yazıp yönettiği ‘Yitik Kuşlar’ın masalsı anlatımı,
‘Tiyatroya ihtiyacımız var mı?’ Bu yıl, Dünya Tiyatro Günü Uluslararası Bildirgesi bu soruyla başlıyor. ‘Tiyatroya niçin ihtiyacımız var?’ ve ‘Tiyatro bize ne söyleyebilir?’ gibi sorularla devam ediyor.
Tiyatroya dair en temel soruları sorarken, bir yandan da insanlığı, dünyadaki ayrışmaya teröre ve mülteci trajedisine karşı durmaya davet ediyor. Bunu yaparken insan varolduğundan bu yana tiyatronun hayatın yansıması olduğunu, hayatımızdaki
karşılığını hatırlatıyor.
Rus tiyatro sanatçısı Anatoli Vasiliev kaleme aldığı Dünya Tiyatro Günü Bildirgesi’nde şöyle anlatıyor:
“Tiyatro ne güneye aittir, ne kuzeye. Ne doğuya, ne batıya. Dünyanın dört köşesinde parlar. O yüzden tiyatroya ihtiyacımız var. Kesinlikle ihtiyacımız olmayansa terör tiyatrosudur. Kişiler ve örgütler tarafından sergilenen, başkentlerde, taşrada, sokaklarda, meydanlarda sahnelenen ceset ve kan tiyatrosu, dinleri ve etnik kökenleri çatıştıran sahte bir tiyatrodur, o.”
Bildirgede yer alan bu cümleleri okuduğumda bir kez daha bu sahte tiyatroya hiç ihtiyacımız olmadığına yemin ediyorum. Çünkü aslolan birleştirici olmak, iletişim kurmak, aramızdaki anlayış ve barışı geliştirmek. Tiyatronun da hedefi, tüm bunları yapabilmek
‘Tiyatroya ihtiyacımız var mı?’ Bu yıl, Dünya Tiyatro Günü Uluslararası Bildirgesi bu soruyla başlıyor. ‘Tiyatroya niçin ihtiyacımız var?’ ve ‘Tiyatro bize ne söyleyebilir?’ gibi sorularla devam ediyor.
Tiyatroya dair en temel soruları sorarken, bir yandan da insanlığı, dünyadaki ayrışmaya teröre ve mülteci trajedisine karşı durmaya davet ediyor. Bunu yaparken insan varolduğundan bu yana tiyatronun hayatın yansıması olduğunu, hayatımızdaki
karşılığını hatırlatıyor.
Rus tiyatro sanatçısı Anatoli Vasiliev kaleme aldığı Dünya Tiyatro
Günü Bildirgesi’nde şöyle anlatıyor:
“Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir ki?”
Bu cümle, hafta boyunca yaşadığım ruh halinin özeti oldu. Aslında, bu hafta, çocuklara ve gençlere yönelik eserleriyle üç neslin yazarı, usta kalem Gülten Dayıoğlu’nun 80 yaşında tamamladığı 80. kitabının müjdesini vermek üzere hazırlık yapmıştım. Kaybettiğimiz canların acısı, sevinci gölgelese de, ben içimden yükselen ve her daim ‘Oku’ diyen sese kulak verdim, karanlığın koyulaştığı anda yine kitaba sığındım. Gülten Dayıoğlu’nun 22 Mart’ta Altın Kitaplar’dan yayınlanacak ‘Yoksa Ben O muyum‘ adlı romanıyla ilgili ilk notlarımı paylaşmak istedim;
‘Yoksa Ben O muyum?’ sadece gençlerin değil yetişkinlerin de ilgisini çekecek bir hikaye vadediyor, zaten +13 ibaresiyle yayınlanıyor.
15. yüzyıldan 21. yüzyıla uzanan Şaman kız Bürküt’ün hikayesi çarpıcı bir kurguyla okucuya ulaşıyor.
Sözün başında Gülten Dayıoğlu’nun anlattığı kitabın yıllara yayılan yazılış serüveni, en az romanın kendisi kadar heyecan uyandırıyor.
Gülten Dayıoğlu, başkahramanı olan Şaman kız Bürküt’ün hikayesini 16 yıl önce yazmaya karar vermiş. Eski Türk kavimlerinin inancı Şamanizmi daha iyi anlamak için derin araştırmalara girişmiş. 50 yılı aşkın süredir