Uzaklarda kalmış Yeşilçam filmleri gibi bir samimiyetti o mahalle.
Oğlu Mehmet’in gidişine yüreği dayanmayan Fadime Ayvalıtaş’ın ölümünden sonra, şimdi, boşaltılmış bir köy hüznünde.
Birilerinin ölesiye korktuğu 1 Mayıs Mahallesi’nde, çocuklar herkesin çocuğu, ekmekler herkesin ekmeğiydi.
Camların çatlağının bile onarılamadığı, kömürün ve odunun bulunabildiğinde yakıldığı, otobüslerin seyrek uğradığı o mahallede aile oldu Ayvalıtaş ailesi.
Sivas Gürün’de 1989’da evlendi Ali ve Fadime Ayvalıtaş. Yakın köylüydüler. 1 yıl sonra İstanbul, 1 Mayıs Mahallesi’nde bir akrabalarının iki göz gecekondusuna yerleştiler.
Cemile giderken
Şimdiki müze halini görenler bilmez ama o gece Ulucanlar’ın bütün duvarları yanmıştı.
İsyanlar, kuşatmalar, yangınlar, mafyaya kıyaklarla her zaman gündemdeydi o zamanlar o cezaevi. Bir tarafta, mafya üyesinin bir kadınla müdürün odasında buluştuğu haberleri, diğer yanda siyasi suçlardan tutuklu bulunanların 40 kişilik koğuşta, o yaz sıcağında 120 kişi kaldıklarını duyuramama halleri.
Artık nefes alamaz duruma geldikleri bir gün, tünel kazmak için değil, yan koğuşa geçmek için kırıp duvarları, biraz nefes alabilen o mahkumlar, artık çaresiz biçimde yapılacağından emin hale geldikleri operasyonu beklemeye başladılar.
O gün, yani o gecenin sabahında, önce beklenmedik birkaç tahliye oldu.
Zarar görmeleri, uluslararası kamuoyuna açıklanması zor birkaç isim aniden özgürlüğüne kavuştu.
Lastik hırsızının telefonu
Saçılık, “Kolunu kötü adamlar mı kopardı?” diye soran kızı Feraye’ye ‘Gargamel’in kim olduğunu anlatamadı.
36 yaşında daha, sağ kolu yok 23’ünden bu yana. Ankara Konur Sokak’ta doğdu Veli Saçılık. NATO Yolu, kömür deposunun yanında, eski çöplüğün üzerindeki köyün lüks kaldığı mahalledeki gecekonduda büyüdü.
Ahmet Kaya dinliyordu sıkça.
Önce Sivas, sonra Gazi katliamı olduktan ve olaylar büyüdükten sonra artık gözaltındaydı mahalleleri. Ve mahalleli de korkmuş ve öfkeli.
Lise son sınıfta OSTİM’de işe girdi. OSTİM İşçi Birliği’nin yeni üyesiydi. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü bildirisini dağıtma görevi verdiler. 16 Mayıs’ta gözaltına alındı, “Devlete ve erkeğe köle olmayın” yazan bildiriydi gerekçesi.
İlk kez “gözaltı” ile tanıştı. Dayak, tekme, tokat olağandı.
Büyük bir yalanın paydaşıyız hepimiz. Susmaya ölesiye alışmış, tetiğe basanlardan biri bildiklerimizi anlattığı davanın tek tutuklusu olarak yargılandığında, hatta akıl hastası raporu alması için uğraşıldığında bile şaşırmayan dilbaz suskunlarız.
O sitede yüz yüze
Pervin Buldan, Savaş Buldan’la evlendiğinde, adına “çözüm süreci” denilen, bir umut bu topraklara barışı getirecek çok tartışmalı bir dönemin en önemli figürlerinden biri olacağını bilmiyordu.
Türkiye’nin ilk kadın başbakanının “en erkeksi” tavırlarla bir otelden Türkiye’ye elindeki listeyle “hesap soracağız” diye seslendiğinde kocasının öldürüleceğini bilmediği gibi.
Aynı sitede yaşadığı, bazı sabahlar karşılaştığı Ömer Lütfi Topal, Mehmet Ağar gibi isimlerin yaşamında bırakacağı büyük yarayı da bilmiyordu elbette.
Uyuşturucu sabıkası olmayan kocasının “uyuşturucu kaçakçısı” olarak damgalanıp, uyuşturucu nedeniyle hüküm giymiş özel devlet görevlileri tarafından öldürüleceğini, en ağırından hafifine tüm tartışmalarda eşinin isminin yanına “o da uyuşturucu kaçırıyormuş canım” diye işaret konulacağını da.
O uğursuz gün, köylüler birbirini uyarmıştı: “Kalekol için eylem yapacaklar. Bir sürü köyden gelmişler. Sakın tarlalara gitmeyin. PKK’lı sanıp vururlar sizi.”
Oysa iki gündür tarladaydı Medeni.
Diyarbakır’daki boğucu sıcaktan ve bitmek bilmez üniversite sınavı stresinden sonra rahat nefes alabildiği tek yerde.
Medeni Yıldırım, Diyarbakır Lice Kayacık köyünde o gün öldü, 18’den 19’a yeni girdiğinde, Haziran’ın 28’inde.
Posterdeki çocuk
Diyarbakır’da geçen hafta sonu “tarihler yazılırken”, yüksek yüksek seslerden büyük büyük cümleler duyulurken, tarihi düetler yapılır, tamamı büyük harfli ezberlerden başka hiçbir sese yer kalmazken, cılız sesiyle bağıran o kadının üçüncü çocuğu, güzel oğlu Medeni.
Kuşkonar köyü, Mart 1994. Kürtçe ağıtlar eşliğinde inip kalkıyor kazmalar.
Bir yanda geriye kalanlar paramparça olmuş evlerinden artakalan eşyalarını derleyip topluyor, diğer yanda derin bir çukur kazılıyor.
O çukura, birazdan ziyaret edilecekleri ayrı bir mezarları bile olmayan 25 parçalanmış ceset konulacak.
O sırada Ankara’da; Başbakanlık koltuğunda Tansu Çiller, Yardımcısı Erdal İnönü, İçişleri Bakanı Nahit Menteşe.
Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, Hava Kuvvetleri Komutanı Halis Burhan.
Bombalanmış köylerin bile konuşulamadığı bir iklimde, sorumlu koltuklardalar.
Güneşin doğmadığı 90’lı yıllar.
O bombalar patlamadan birkaç saniye önce; Reyhanlı’da çocuğunun okuluna gitmeyi tasarlıyordu belki birileri, birileri akşam ne pişireceğini.
Bazıları ay sonunu nasıl getireceğini düşünüyordu, bazıları kart borcunu nasıl ödeyeceğini.
2013 Mayıs’ının 11’inde, saat 13.37 ve 13.40’ta ardı ardına patlayan bombalarla öleceğini bilmeden insanlar düşünüyordu.
Er Utku Kalı ise o bombalardan kilometrelerce uzakta, alacağı tezkereyi.
Bilen bilir, askerde “gizli” damgaları yazıcı erlerin elindedir. İstediği belgenin üzerine vuruverir.
Sivilde, memurun.
Türkiye’de istenilen gösterilir, istenilen gizlenir.
Bir an için düşünün. Acıktığı için eline bir parça ekmek tutuşturduğunuz ve kapının önüne bıraktığınız çocuğunuzun birkaç dakika sonra yok olacağını.
Son yüzüne bakma şansınızın olamayacağını, bir el bombasıyla öldüğünü, el bombasının pimini çıkartıp oynayabileceğini düşünen bir çocuk saflığının yok olduğunu.
Çatışmaların içinde büyüyen ve çatışmalar yokken ölen bir çocuktu Behzat.
Ne yaşı gerçek, ne soyadı, silik haberlerde geçen.
Kimliğine bakılıp 8 denildi ama geç yazıldığından, 9,5 yaşındaydı aslında.
Kimliğine bakmadan babasının soyadı yazıldı ama iki eşli babasının ikinci eşinden olduğundan Sevim’di herkesin Özer bildiği kimliğindeki soyadı esasında.
Kibrit kutusu kadar haberlerdeki bilgilerinin bile doğru yazılması şansı olmayan çocuklardandı Behzat.