Gökçer Tahincioğlu

Gökçer Tahincioğlu

yuzlesme@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Şimdiki müze halini görenler bilmez ama o gece Ulucanlar’ın bütün duvarları yanmıştı.
İsyanlar, kuşatmalar, yangınlar, mafyaya kıyaklarla her zaman gündemdeydi o zamanlar o cezaevi. Bir tarafta, mafya üyesinin bir kadınla müdürün odasında buluştuğu haberleri, diğer yanda siyasi suçlardan tutuklu bulunanların 40 kişilik koğuşta, o yaz sıcağında 120 kişi kaldıklarını duyuramama halleri.

‘Haberin var mı taş duvar’

Artık nefes alamaz duruma geldikleri bir gün, tünel kazmak için değil, yan koğuşa geçmek için kırıp duvarları, biraz nefes alabilen o mahkumlar, artık çaresiz biçimde yapılacağından emin hale geldikleri operasyonu beklemeye başladılar.
O gün, yani o gecenin sabahında, önce beklenmedik birkaç tahliye oldu.
Zarar görmeleri, uluslararası kamuoyuna açıklanması zor birkaç isim aniden özgürlüğüne kavuştu.

Lastik hırsızının telefonu
O öğlen, cezaevinde alışılmadık bir hareketlilik vardı. Mahkumlar anlıyorlardı ama çapını kestiremiyorlardı olacakların.
En çok, içlerine aldıkları o lastik hırsızı tedirgindi. En çok o konuşuyor, en çok o anlatıyordu o gün.
Birkaç ay önce, bir başka kentte lastik çaldığı için tutuklanmış, ailesi Ankara’da olmamasına rağmen Ulucanlar’da kalmayı istemiş, adli suçluların yanına gidemeyeceğini söyleyerek, siyasi suçluların yanına geçmiş, onlardan avukat yardımı talep etmiş, o avukatların yardımıyla kendini savunmuştu.
O akşam, operasyondan hemen önce, koğuştan itinayla çıkartılacak, çok değil birkaç ay sonra, neyin karşılığında kavuştuğu bilinmez rahat odasında, neyi eksik söylediği için yapıldığı bilinmez baskında, cep telefonuyla oynarken yakalanacaktı.

Hamamdaki işkence
O gece, yani 26 Eylül 1999’da, operasyon başladığında, devletin verdiği ilk bilgilere göre; “Tüplerle, ağır silahlarla karşılık verdi mahkumlar. Hatta bir bölümü arkadaşlarını vurdular.”
Adli Tıp raporlarına göre ise kafaları kalas benzeri cisimlerle ezilmiş, yakın mesafeden ateş edilmiş, vücutlarının her tarafında ağır çürümeler görülmüştü. Bir çatışmayı gösteren herhangi bir emare ise yoktu.
Ulucanlar Cezaevi’nde o operasyonda ölen 10 mahkumun cenazeleri tam 3 gün kaldı Adli Tıp’ta.
3 gün aileler, içeriye girmeyi denedi sırayla.
Biri, ölen çocuğunu balon gibi şişmiş ve morarmış kafasından tanıyamayınca ayağındaki bene baktı.
Bir diğeri, göğsündeki izden tanıdı ilk kez yürüdüğü anı dün gibi gözünün önüne gelen oğlunu.
Yaralı kurtulanlar “hamam kısmında” dediler; “hepimizi topladıkları hamam kısmında oldu bütün o izler.”
Şimdiki müze halini gezmeye gidenler aklından çıkarmasın, o hamam, bir duvar köşesinde çığlıklar, bir kapı eşiğinde ölümler gizler.

Hayata dönemeyenler
Ulucanlar’da yaşananları önce Burdur Cezaevi’ndeki prova, sonra Türkiye genelindeki cezaevlerine yönelik gerçekleştirilen, adı “Hayata Dönüş” konulan ancak gerçek isminin sonradan “Tufan” olduğu açığa çıkan operasyonlar izledi.
32 kişi öldü o ismi “tufan” konulan operasyonda.
Ve o operasyondan sonra vitamin hapları kullandıkları, gizlice yemek yedikleri iddia edilen ölüm orucundaki mahkumlardan yüzlercesi öldü ya da sakat kaldı. O “F tipleri” ki sonradan en çok açılması için her şeyi yapanların şikayetine konu olacaktı.
“Islah edildiği” iddia edilen cezaevlerinde Engin Çeber adlı bir mahkum dövülerek öldü misal.
Birçok mahkum dizi boyundaki musluklarda sözüm ona kendini astı.
Mahkumların ıslah edilmesi adına yola çıkılmıştı ama ıslah olmayanlar başkalarıydı.
O operasyonları yazanları “terörist” olarak mimlemeye çalıştı birileri.
Ama en çok avukatlara kızdı. “Teröristin” avukatı da “terörist” olmalıydı.
Gerçeğin inatçı olması huyu çıkıp geliverdi.
Çok değil 10 yıl sonra operasyonu yazanlar değil yapanlar, mahkemelerin olmasa da tarihin sanık sandalyesindeydi.

Hep oradaydılar
Şimdi suçlanan Çağdaş Hukukçular Derneği’nin genç yaşlı üyeleri, tanığıydılar.
Ulucanlar’da ölenlerin cesetlerinin izlerindeki işkenceler fotoğraflanırken de “Hayata Dönüş” operasyonundan sonra talimat verildiği iddia edilen telefonun nasılsa herkesin yandığı cezaevinden yanmadan çıkartıldığı açığa çıkartılırken de oradaydılar.
İşkence gördüğünü iddia edenlerin, cezaevinde varlığı kabul edilmeyen “süngerli odayı” görme şanssızlığına uğradığını söyleyenlerin yanıbaşındaydılar.
Bugünlerde “haksız” olduğu söylenen operasyonların mağdurlarının dostu, sokakta “orantısız” şiddete uğrayanın doktoruydular.
Bir gün Diyarbakır’da KCK davasında, bir gün faili meçhul cinayetler dosyasında, bir gün bir işkence mağdurunun duruşmasında.
Ulucanlar’da, Burdur’da, Bayrampaşa’da, Çanakkale’de, Ümraniye’de insanların üzerine önce kimyasalları döküp sonra da devletin raporlarına göre öldürücü düzeyde gaz bombaları atıp yakanların hiçbiri yargılanmadı.
Birer AİHM tazminatı kadar değeri vardı devletin gözünde olanların.
Suçluluğu saptanıp da devlet tarafından kefaleti ödenenler yargılanmazken, herkesin çalarak girdiği kapıların 9 katlı çelik olduğu iddia edildi.
Kapanmış dosyalar elden geçirildi.
O suçların tanıkları avukatlar, Selçuk Kozağaçlı, Betül Vangölü, Taylan Tanay ve arkadaşları suç hücrelerinin lideri ilan edilip hapse gönderildi, biraz olsun onlardan yana sesini yükselten terörist sayıldı, sonucu belli operasyonların azılı failleri gibi gösterildi.
“Yatıyoruz, yatarız” diyorlar mektuplarında.
Yatarlar.
Belki de “suçludurlar”. Belki de “bir tarafta olmak” gibi de bir suçları vardır devletin belgelerinde.
Kefaleti ödenmiş katliam suçluları dururken bir yanda, yargılanacaklar avukatlar.
Ancak bilinmelidir ki yara bandıdır bütün o isimler devletin üzerlerine çarpı koyduğu mağdurların dilinde.