Şimdilerde naif duygularla gezilen bir müzeye dönüştürülen Ulucanlar Cezaevi’nin hamam bölümünden kan kokusu geliyordu o zamanlar.
1999 Eylül’üydü ve iki gün önce yapılan operasyonda 10 mahkum öldürülmüştü.
Ve elbette, büyük devlet adamlarına göre mahkumlar birbirini öldürmüştü.
Ali amca, morga girerken, ölenlerden birinin oğlu olduğunun söylendiğini ancak bir türlü kimseden doğru bilgi alamadıklarını söylüyordu.
Morgun önünde 48 saattir bekleyen onlarca aile gibi.
Kenarda, gözü yaşlı bir başka anne, grup grup morga nihayet alınmaya başlanan aileler arasında adının okunmasıyla kaygılı, bakıyordu etrafa.
Ölüm kurası çekiliyordu sanki, “kazananın” da “kaybedenin” de kaybettiği.
Sevmiş, güvenmiş, heyecanlanmıştı hepi topu. Bir gün, o en mahrem anlarını bir grup erkeğin gizli gülüşleri arasında izleyeceğini bilmiyordu. Uyandığında, artık bedeni bir telefona hapsolmuştu.
Ülkelerden en temizi, en güzeli, en ahlaklısının en yüce mahkemesinin önünde bir dosya duruyor aylardır.
“Bireysel bir başvuru” dosyasında, bekliyor mahkeme, soruyor soruşturuyor.
Bir bakanlığa niye böyle yaptınız diye yazı gönderiyor.
“Sadece ona yapmadık ki, bir sürü kişiye en ahlaklı uygulamayı yaptık” diye yanıt geliyor.
Raflarda bir karanlık, karanlığın içinde bir ülke, çürüyor.
Anlatılmış bir hikaye ya aslında, madem ki özel hayat manalı “erişime engelleyecek” kadar hayatı, bir daha anlatmalı.
Öldüğünde bir çocuk, hayır, öyle yarına dair umutlar beslenemiyor.
16 kilogramın yarattığı boşluğun ağırlığını, hiçbir terazi ölçemiyor.
Gültepe’nin çocuğu
İstanbul Gültepe’de doğdu Berkin Elvan.
Tokat’tan gelip İstanbul’a yerleşen bir ailenin üçüncü çocuğu. İki ablası vardı, sonradan iki koluna isimlerini yazdıracak kadar seveceği. Canından çok sevdiği annesi.
1999’da doğdu, kışın uyandı bir yaz sabahı uykuya daldığı dünyaya. Uyumayı sevmiyordu, sadece babasının dizinde, üstelik boyu babasının bacaklarını aştığında bile.
Anayasa Mahkemesi’nin eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un bireysel başvurusunu görüşürken verdiği karar, Silivri Cezaevi’nin 2007’den bu yana sımsıkı kapatılmış kapılarının açılmasını sağladı.
Yüksek Mahkeme, Ergenekon davasında karar verilmesine rağmen 7 ay boyunca gerekçeli kararın yazılmamış olmasının Başbuğ’un Yargıtay’da yapacağı itiraz hakkını elinden aldığını, tahliye talebinde bulunamamasına yol açtığını bildirdi. Bu karar Başbuğ’a tahliye yolunu açtı.
Ve içerideki, haklarında gerekçeli karar yazılmamış olan diğer Ergenekon sanıkları da özgürlüğüne kavuştu.
5 yıl muamması
Ancak bu noktada ciddi bir karışıklık yaşandı.
Anayasa Mahkemesi kararının açıklandığı gün, uzun tutukluluk sürelerini 5 yılla sınırlayan ve özel yetkili mahkemeleri kaldıran yasa da Cumhurbaşkanı onayıyla yürürlüğe girdi.
Ve kadınların aslında her yaştan, her meslekten, her eğitim düzeyinden erkeklerce, insan gibi görülmediği bu topraklarda, elbette kız çocuklarını bekleyen bir kader vardı... Gerektiğinden fazla dokunan, gerektiğinden fazla yaklaşan o ellerin sahibi çok tanıdıktı
Onlarca hikâye sızıyor 8 Mart’larda, gazetelerin kadınlara daha geniş yer açtığı sayfalarına.
“Rızasıyla”, “sesini daha yüksek çıkartmadığı için”, “tahrikte bulunduğundan” kadınların başlarına gelenler, tam da gününde okunup geçilecek öykülere dönüşüyor sayfalarda.
Oysa ki hikâyeler daha değerli.
Ve çoğu zaman sızamıyor bile mahkeme tutanaklarına.
Sıradan hayatların sırları, duruyor akıllarda.
Ve yeniden ve durmadan yaşanıyor bu topraklarda.
DGM’lerin kapatıldığı dönemde Adalet Bakanlığı yapılan haberlere tepkiliydi.
Gazetelerde sadece tabelanın değiştiği yazıyor, bakanlık ise dev bir reform yapıldığına inanıyordu.
Özel yetkili mahkemelerin yarattığı enkaz, haberlerin doğruluğunu kanıtladı.
Dün de Anayasa Mahkemesi’nin (AYM), eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un haklarının ihlal edildiğini karar vermesinin hemen ardından özel yetkili mahkemelerin tarihe karıştığına yönelik yasaya Cumhurbaşkanı Gül onay verdi. Onay kararı jet hızıyla Resmi Gazete’de yayımlandı.
Ama umutlanmaya gerek yok. Zira sorunun mahkemelerin hangi tabelayı taşıdığında değil, özel yetkiler tanınmış hakim ve savcılarda, zihinlerin bir yerinde duran özel yetkilerde olduğu ortada.
“Özel yetkili” tabelaları indirilirken, benzer yetkileri taşıyan ağır ceza mahkemelerin hükümranlık süreleri başlamış olacak yargıda. Ve bir dönemin mağdurlarının sırtına vurulurken şefkatlice, yeni mağdurlara “hoşgeldin” denilecek. Vazgeçilemeyen özel yetkiler, “olmuş” gibi yapılan demokratikleşme adımları, hükümetlerden bağımsız süren giden devlet zihniyeti böyle olduğunu gösteriyor.
Mardin’de iki çift plastik, kirli, kanlı terlik ayrı kapıların önünde duruyor.
İşaret edenler, işaret ediliyor.
O küçük, güzel, parlak gözleri söyleyenler, en ağır küfürleri işitiyor.
“Düşman” olarak kodlanıp, listelerde yer ediyor.
İki ayrı kapının önündeki plastik, kirli terliklerden kan damlıyor.
Ve o kanı tanıyanlar, o güzelim sabahlarında o gözleri yeniden anımsamayı istemiyor.
* * *
Siyaset ve erkek yargı ‘hak etmiş’ kadınları duymadı bugüne kadar.... Ve Kabataş’tan çıkanbir tartışma aksini savunurken güya, aslında görünmez kılıyor beyanları... ‘Beyan esastır’ diye haykırmış binlerce kişi oturtulurken hiç uğramadıkları bir yerdeki olaydan dolayı ‘tacizci’ diye hedefe...
- Aileleri, “milli ve manevi değerleri öğrensin” diyerek o vakfa gönderdiklerinde henüz 13 yaşındaydı. Vakıftaki “amcanın” bilgisayarda gösterdiği çıplak insanların fotoğraflarına bakarken henüz vakfa geleli birkaç ay olmuştu. Aynı “amcanın” ellerini bedeninde hissetmesinden büyük rahatsızlık duyduğunu çocuk aklıyla anlaması da çok sürmedi. Bir süre, hem iyi okumasını hem de burs almasını isteyen ve bu nedenle kendisini vakfa gönderen ailesine söyleyemedi. Neden bir gün, bu memlekette kadın olmanın anlamını çok önce anlamış annesi gariplikleri fark ettiğinde, anlatıverdi. Çorum’da bomba gibi patladı iddia. Küçük çocuk apar topar Adli Tıp’ın önüne çıkartıldı. Önünde daha önce görmediği kadar “büyük adam ve kadınlar”, önlerinde notlar, sordular. Anlattı. Rapor henüz yoldayken, daha önce aynı vakfa gitmiş ablası da heybesindekileri çıkarttı. Aynı ellerin yaptıklarına o da maruz kalmıştı.