Kuşkonar köyü, Mart 1994. Kürtçe ağıtlar eşliğinde inip kalkıyor kazmalar.
Bir yanda geriye kalanlar paramparça olmuş evlerinden artakalan eşyalarını derleyip topluyor, diğer yanda derin bir çukur kazılıyor.
O çukura, birazdan ziyaret edilecekleri ayrı bir mezarları bile olmayan 25 parçalanmış ceset konulacak.
O sırada Ankara’da; Başbakanlık koltuğunda Tansu Çiller, Yardımcısı Erdal İnönü, İçişleri Bakanı Nahit Menteşe.
Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, Hava Kuvvetleri Komutanı Halis Burhan.
Bombalanmış köylerin bile konuşulamadığı bir iklimde, sorumlu koltuklardalar.
Güneşin doğmadığı 90’lı yıllar.
Ne de olsa terörle mücadelede devletin “elinin rahat bırakıldığı”, faili meçhullerin, çatışmaların günlük yaşamın değişmezi olduğu zamanlar.
Ya gidersiniz ya da...
Gabar, çatışmalı Türkiye tarihinin simgeleşmiş alanlarından.
Ve Gabar köylüleri için gece yarısı kapılarının çalınıp PKK’lıların ya da askerlerin gelip hesap sormaları da olağan.
Kimsenin ne yaşadıklarını, ne yediklerini, çocuklarını nasıl eğittiklerini, nasıl hayatta kalabildiklerini sormadığı insanlar, kapıları çalındığında durmadan hesap veriyor:
“Neden yardım ettin?”
Korucu olsalar, PKK’nın hedefinde yer alacaklar, PKK’lıların istediklerini yapsalar devletin.
Bir bir boşalıyor çevrelerindeki köyler.
Ve hemen her gün “gidin buradan” tehditleri.
Bir defasında gitmezlerse başına gelebilecekleri anlatıyor bir komutan.
“Biliyoruz başımıza gelebilecekleri, gidelim de nereye?” dediğinde köylüler, hoşlanmıyor aldığı yanıttan.
O sabah
26 Mart 1994 sabahı.
Köylerde uzun süre sonra kendisini gösteren güneşin mutluluğu var. Erkekler, sabahın ilk ışığında tarlaya, bağa, bahçeye doğru yola çıkıyor. Artık uzun ve karanlık bir kışın sonu.
Kadınlar damlara yatakları çıkartmış, çocuklar kapı önünde. Yaşlılar, çocukların başlarında sandalyede.
Saat 10.30.
Önce bir helikopter gözüküyor uzaktan, iz bırakır gibi bir işaret bırakıyor üzerinden geçtiği köye.
Ne olduğunu anlamaya çalışırken köylüler, iki uçak yaklaşıyor hızla. Birkaç silah sesi geliyor. Silahtan kaçmaya, derme çatma evlere girip korunmaya çalışıyor insanlar.
Bir film karesi gibi, ağlayan geride kalmış çocuklar, en yakınlarını önce içeriye sokmaya çalışan yaşlılar, bağlardan, bahçelerden köye doğru koşmaya çalışan adamlar.
Ardı ardına düşüyor bombalar.
Kapıdan önce girmeyi başaran Ahmet Yıldırım, bir adım gerisinde kalan karısı Elmas Yıldırım’ı parçalanmış halde iki adım gerisinde görüyor misal.
Kapıdan önce ailesini sokan, kapının önünde diğer komşuları kurtarmaya çalışan Ahmet Bengi, evinin üzerine düştüğünü görüyor bombaların. Biraz önce eve soktuğu annesi, kızı ve yeğeninin ölümünü izliyor iki adım uzaktan.
Kapıdan önce ya da sonra girmenin bir önemi kalmıyor.
Kaçmak ya da kaçmamak, ölüm karşısında bir belirleyen olmaktan çıkıyor.
Uçaklar, bir sonraki köye doğru uzaklaşıyor.
Olsa olsa
Şırnak merkeze bağlı Koçağılı ve Kuşkonar köylerinde o sabah, 38 kişi bombalarla can veriyor.
Uçakların geçtiği yollardaki diğer bazı köylere yönelik atışlarda ölenlerle sayının 50’yi aştığı söyleniyor.
Ertesi gün birkaç küçük haber:
“Bombalar uçaktan düştüğünden, bazı köylülerin öldüğü öğrenildi.”
En ufak bir reaksiyon yaşanmıyor.
İşadamlarının, avukatların, sanatçıların, gazetecilerin “devletin serbest eliyle” öldürüldüğü o yıllarda, askere zaten soru sorulamıyor.
Çiller başta olmak üzere, siyasiler de soru sormanın gereğine inanmıyor.
Dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in deyimiyle “Tak söyleniyor, şak yapılıyor.”
Ama basit bir soruşturma dosyası açılması gerekiyor. Elbette “PKK yapmıştır” düşüncesiyle, Diyarbakır DGM Başsavcılığı’nda.
Sınıra 60-70 kilometre mesafede ne teröristlerle kaçakçıların, ne köylülerle militanların karışma olasılığı var oysa.
Köy muhtarı ve köylüler, bomba parçalarının hala köyde olduğunu da anlatıyor savcıya.
Dosya açık kalıyor. 2004’te Diyarbakır Barosu Başkanı Avukat Tahir Elçi, köylüler adına savcılığa başvurup, ne işlem yapıldığını sorana kadar kimse sesini çıkartmıyor.
Elçi, dosyada köylerin bombalandığı kuşkusuna rağmen neden PKK’nın soruşturulduğunu sorduğunda anlıyor savcılık işlerin kötüye gittiğini.
Ardından jet bir “görevsizlik”.
Mahkûm oluruz uyarısı
Kararda, işin vehameti anlatılarak, Türkiye’nin ileride AİHM önünde sıkıntıya girmemesi için köyün bombalandığı iddiasının araştırılması gerektiği vurgulanıyor altı çizilerek.
Şırnak Başsavcılığı da anlıyor vehameti. Dosyayı askeri savcılığa gönderiyor. Askeri savcılık ise Diyarbakır ve Malatya’ya yazı gönderiyor:
“Bombaladınız mı?”
Yanıtlar belli; “ne o saatte uçuşumuz var ne de böyle bir eylemimiz.”
AİHM’ye gidiyor çaresiz, Avukat Tahir Elçi. Dosya ise yeniden Diyarbakır’a.
Bin bir zorlukla Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nden yazı isteniyor geçen yıllarda.
Ve o yanıt geliyor:
Tam da o saatlerde, iki askeri uçağın, bombalarla yüklü biçimde o köylerin üzerinden geçtiği açıkça belirtiliyor.
AİHM’nin 2 milyon euro’luk rekor mahkumiyeti o belgeden sonra çıkıyor.
Kimine çok gelen o para, kimse için anlam ifade etmiyor.
Orada köyler var uzakta
Kuşkonar ve Koçağılı köyleri o gün boşaltılıyor.
Kuşkonar köylüleri, yakındaki korunaklı korucu köyüne yerleşiyor.
Koçağılı köylülerinin bir bölümü Mersin’e, bir bölümü Siirt’e.
Bir daha köylerine dönemeyen, o köyleri son kez bombalanmış gören köylüler, yıllarca hesap bile soramıyor.
Kuşkonar’ında bir toplu mezar
Kuşkonar köyü, Mart 1994.
Kürtçe ağıtlar eşliğinde, kadın, çocuk, genç, yaşlı 25 kişi, parçalanmış cesetleriyle toplu mezara gömülüyor.
O mezarın bulunduğu köy terk ediliyor.
Otopsi yapılmadan gömüldükleri için o 25 kişi kayıtlarda hâlâ “sağ” olarak geçiyor.
Kapanmamış, kenarından kan sızan bir dosya ise AİHM kararından sonra Diyarbakır’da gerçekten ele alınmayı bekliyor.
Hakiki bir barış için, gerçek bir yüzleşme gerekiyor.