Ayrılmak istediğini söylediğinde, “son bir kez görüşelim” denildi. Lojmana geldi adam, bir şeyler yiyip içtiler. Ayrılacağını söylediğinde yeniden “tamam” dedi adam. Sonra sebebini bilmediği o derin uyku hali. Adamla birlikte görüldüğü o görüntü bir hafta sonra telefonuna geldi. Ama izleyemedi. Şikâyet bile edemedi. Yaşamı artık o adamın elindeydi.
Bir masal gibi başlamıştı her şey. Köydekilerin “kız da şehre gönderilir mi?” söylenmelerinin inadına kızını okutan bir baba, herkesin “yaşın ilerledi, artık olmaz” demesine rağmen köy yerinden sınavı kazanıp memur olmayı başaran 27 yaşında bir genç kadın.
Dizilerde izlediğinden daha pembe, kitaplarda okuduğundan daha kırmızı, küçük bir kızken yatakta düşlediklerinden daha maviydi.
Tek bir adam çıkıp da bütün renklerin üzerini siyaha boyayana kadar, her yanı rengarenkti.
Köyünden çıkıp, atandığı kente gittiğinde, bir aşkın eksik olduğunu düşündü hikayesinde. Sonra birisi çıkageldi.
Bir masal kahramanı olmadığını anlaması çok sürmedi.
Ayrılmak istediğini söylediğinde, “son bir kez görüşelim” denildi. Lojmana geldi adam, bir şeyler yiyip içtiler. Ayrılacağını söylediğinde yeniden “tamam” dedi adam. Sonra sebebini
Uyan Berkin, baban burada, bak yine geldi. Hani o vurulduğunda, kaldırıma çöktüğün ilk anda, “Babama söylemeyin, üzülür, hastaneye bile götürmeyin, iyiyim” diye haykırmana neden olan adam.
Kara gözlü, kara kaşlı çocuk.
Sen uyurken, koca bir yaz, iki bayram geçti.
Okullar açıldı, sonbahar geldi.
Kara gözlü çocuk
Vurulduktan sonra çocuk diliyle “Önce o başlattı” dediler ama hikâye daha uzun, daha öncelerden başlıyor aslında.
“Yüzüm gözükmesin” dedi. “Yüzüm gözükürse tanır, gelir, bulur beni.
Bu fotoğraf, o yüzden bu açıdan çekildi.
Yorgundu.
Deli gibi çalışmanın, deli gibi eğlenmenin, tatillere gitmenin, uzun yollardan dönüşlerin değil.
Yaşayamamanın yorgunluğu.
Yüzünün gözükmediği bu fotoğraf yeniden basıldı çünkü ölmesine rağmen “korkularından” kurtulamadı.
Bu; küçücük bedeniyle dünyadan çekip giderken, kocaman bir adalet sistemini deşifre eden küçük Servan’ın hikâyesidir.
Daha birkaç gün önce yapılan kocaman bir şirket satışında, cansız bedeniyle, kimsenin bilmediği küçücük bir yer kaplayan çocuğun.
En yakınları kalmadığında, dünyada kısacık da olsa bulunduğu bile hatırlanmayacak bir bebeğin hikâyesi.
Bir çocuğun büyümesine tanıklık edenler bilir; bir çocuk büyütmek dünyayı keşfetmek gibidir.
Küçük bir su damlasıyla saatlerce oynayabilmesini izlemek; yürürken heyecanlanmasına, koşarken nasıl özgür olduğuna hayran olmak.
Tanıklık edenler bilir, her çocuk yeni bir dünya gibidir.
Karahan ailesi, o pazar günü, Servan’la YİMPAŞ’ın Ankara’daki alışveriş merkezine gittiklerinde, o dünyanın başlarına yıkılacağını elbette bilmiyorlardı.
Ne kadar ilk imzalayan ülke olsanız da Avrupa Konseyi Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Konseyi’nin sözleşmesini, bileklere ne kadar alarm zilleri, ayaklara ne kadar pranga takarsanız takın, öldürülen bir kadının önce mahkeme salonlarında suçlu gibi yargılanıp, sonra da asılmasını engelleyemiyorsunuz bu ülkede.
Beyinlerde “kadın” denildiğinde öten alarm zilleri, vicdanlara ve adalete vurulan prangalar, baskın geliyor imzalanan bütün o sözleşmelere.
Misal, bir mahkeme, ister dürüstçe başkasını sevdiğini söyleyip ayrılmak istesin, ister öfkeyle, “Başkasını seviyorum dediğimi mi duymak istiyorsun?” diye haykırsın, kadınların “namus belasına” öldürülebileceğini ve onları koruma yükümlülüğü olmadığını savunuveriyor kolayca. Ve bir telefona sahip olmasını, “namussuzlukla” eşdeğer gördüğünü yazabiliyor tutanaklara.
Bir hayatım olsun
Zülfiye Öztürk, 15 yaşındaydı dünyayı tanımak zorunda kaldığında.
“Kadınlık yapmak” zorunda kalan bir küçük kızdı ve bu, bütün çevresine göre fazlasıyla olağandı.