Gökçer Tahincioğlu

Gökçer Tahincioğlu

yuzlesme@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Sevmiş, güvenmiş, heyecanlanmıştı hepi topu. Bir gün, o en mahrem anlarını bir grup erkeğin gizli gülüşleri arasında izleyeceğini bilmiyordu. Uyandığında, artık bedeni bir telefona hapsolmuştu.

Ülkelerden en temizi, en güzeli, en ahlaklısının en yüce mahkemesinin önünde bir dosya duruyor aylardır.
“Bireysel bir başvuru” dosyasında, bekliyor mahkeme, soruyor soruşturuyor.
Bir bakanlığa niye böyle yaptınız diye yazı gönderiyor.
“Sadece ona yapmadık ki, bir sürü kişiye en ahlaklı uygulamayı yaptık” diye yanıt geliyor.
Raflarda bir karanlık, karanlığın içinde bir ülke, çürüyor.
Anlatılmış bir hikaye ya aslında, madem ki özel hayat manalı “erişime engelleyecek” kadar hayatı, bir daha anlatmalı.
Bir sürü mahkemenin verdiği, “ahlak” kararlarını, bir mahkemenin aylardır veremediği “ayıp” kararını.

Bedeni telefonda
Onlarca erkeğin arasında, bir suçu varmış gibi boynunu eğmiş susuyordu.
Sevmiş, güvenmiş, heyecanlanmıştı hepi topu.
Bir gün, o en mahrem anlarını bir grup erkeğin gizli gülüşleri arasında izleyeceğini bilmiyordu.
Hiçbiri, görüntülerin özel hayatına ilişkin olduğunu söylemiyordu.
Hiçbiri, o görüntülerin silinmesi gerektiğini düşünmüyordu.
Mademki evli değildi, madem ki o adamla birlikte olmuştu, başına geleceklere katlanmalıydı.
Hikâye başka hikâyeydi oysa, böyle bitmemesi gereken bir masal.
Bir kadının kendini var etme öyküsüydü.
Ayaklarının üzerinde durma, kadınların da dünyayı değiştirebileceğini kanıtlama.
Bir mahkum olmama hikayesiydi.
Nasıl olduysa olmuş, okumuş, işe girmiş, lojmanda tek başına yaşamaya başlamıştı.
Bir kadın için aslında bu kadarı bile fazlaydı da, kalbi işte, durmamıştı.
İçi ısınmıştı, gözlerinin içindeki parlaklığı fark edene.
Elini tutmuştu.
Sonra tanımıştı çokça, anlamıştı biraz olmayacağını. O el soğumuştu.
Son kez görüşeceği zaman, konuşmak için gittiklerinde lojmana, kendini derin bir uykuda bulmuştu.
Uyandığında, artık bedeni bir telefona hapsolmuştu.
Günlerce, aylarca tehdit edildi ama inanmadı o elini tuttuğu adamın bu kadar kötü olduğuna.
Yine de korku işte, maaşını verdi her isteyişinde, inanmak istemiyordu bir yandan daha kötüsünün olacağına.
Zaman geçti, bir başkası çıkıp geliverdi, evlenmek istedi.
O elin sahibi ise “son bir hediyem var” diye gülüverdi.
O hediyeyi işte, tam da bunları düşündüğü anda onlarca erkeğin saklı gülüşleri ile dolu bir odada izledi.
Bedeni, telefondan çıkmış, artık internetteydi.
Rüşvet verdi görüntülerin kaldırılması için, yalvardı, ömrünü verdi.
Kalkmadı görüntüler.
Derken elbette “ahlaklı” birileri çıkıverdi.
Haberi olmadan çıkartıldı tayini.
İncecik bir dosyada, mutlaka izlenmesi gereken linkler, o linklerdeki görüntüler de onunla birlikte gitti.
Dosyası özeldi ama buralarda özel hayat aslında geneldi.
Kadınlar konuşmadı, erkekler yan gözle baktı.
Sonra bir heyetten beyaz bir kağıdın üzerine yazılmış bir çirkin yazı çıktı.
Hakkında soruşturma açılmıştı.

Devletin lojmanında
Uykuda ya da değil, kandırılmış ya da bilerek yapmış, bir önemi yoktu.
Mademki devletin lojmanında uygunsuz bir hal vardı, hesabı sorulmalıydı.
Çıktı heyetin önüne, başına gelenleri anlattı.
Ama anlamıyordu, kaldırmazdı böyle uygunsuzlukları devletin lojmanı.
Meslekten atıldı.
Bir avukata gitti sonunda. Sonra savcılığa gitti. Görüntüleri sildirmek istedi.
Küçük bir dava açıldı adam hakkında, cezaya gerek yoktu, suçlu bulunup erteleniverdi.
Kendinden gayet emin, meslekten atılmasına karşı da dava açtı ki, hiç beklemediği o karar geldi.
İdare mahkemesi, 2’ye karşı 1 oyla yerinde buldu meslekten atılmasını. Memuriyetin şeref ve haysiyeti lojmanda çekilen görüntülerle, “internete yüklenmesinden habersiz de olsa” zedelenmişti.
Sonra Danıştay, 1’e karşı 4 oyla yerinde buldu o zedelenme tespitini. “Ahlaksızlığı” kesinleşiverdi.
Kararın çıktığı gün, o görüntüleri çeken adamdan “demedim mi” telefonları da geldi.
Bitmeyecek ve sürekli kendisini izleyen bir telefon, bir şey olmayacağını bilmenin rahatlığıyla nereye gitse ardından oraya geldi.
Dayanamayıp adamın bulunduğu kente, o sokağa gidip, “Gel hadi, öldüreceğim seni” diye bağırdığında, kendini karakolda buluverdi.
Mecburen, hala silinmemiş o görüntüleri bir de orada, polislerin gizli gülüşleri altında, izledi. Kayıtlar zaten hiç silinmemişti.
Parası kalmadı, işi kalmadı, evi kalmadı.
Kapılar kapandı ardı ardına.
7 yıl oldu, hiçbir kapı açılmadı suratına.
Son bir umut Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu 1 yıl önce.
“Kandırıldım” dedi, “devlet bir de bunun üzerine, o yasaya aykırı görüntüleri izleyip beni meslekten attı” dedi. “Mahkemeler, meslekten atılmamı haklı buldu” dedi. “O adam dehşetiyle hayatımı söndürürken, o değil ben cezalandırıldım” dedi.
Sıra gelmedi.

Tek sen misin?
Nihayet 1 yıl sonra Anayasa Mahkemesi, bakanlığa sordu, nedir bu iş, hakkınızda şikayet var diye.
Bakanlık kendinden emin gönderdi yanıtını.
Devletin lojmanında bunlar yaşanamazdı.
Sadece o değil ki, başka kadınları da aynı nedenle meslekten atmışlardı.
Bir fırsat bulursa meşhur mağdurlardan, bir karar verecek artık Anayasa Mahkemesi hakkında.
Ya kafasını uzatacak bataklıktan, ya tamamen gömülecek, benzer durumdaki diğer kadınlarla.
HHH
Devletin özel hayatları “genel” ilan ettiği, memurunu izletip, izlenenleri ayıpladığı yerde, kapanıverdi perde, sıra değiştiğinde.
Zira, gizli kapaklı ve mahrem kalınamaz aslında, kendi yüzünü göstermeyi hiç sevmeyen o devlete.
Eşitsiz bir karanlığın içerisinde sürekli debeleniyoruz.
Geçmişteki bir karanlığa yaslanıyor umutlarımız.
En karanlıkta bile, o umutlu ve karamsar iç sese kulak vermeden olur mu hiç?
“Herkes geçer diyor. Geçer mi Olric?”