Ta Osmanlı gününden beri aynı yanlışları yapmaya ısrarla devam ediyoruz. Bunun da ana sebebi, hukuk devleti olmak yerine, kanun devleti olmayı yeğlememizdir.
Hukuk devleti olamayınca, başta devletin kendisi olmak üzere, tüm kurum ve kuruluşlar iğreti durur. Her şey dağınıktır, yani hiçbir şey yerli yerinde değildir.
Bu ise, adaletsizliğin daniskasıdır.
Herkes asli işini çerez görür, başka işlerle uğraşmayı maharet bilir. Devlet bile.
Devletin en önemli görevi, varlığını koruyup sürdürmesidir. Ordular, güvenlik kurum ve kuruluşları, istihbarat örgütleri hep bu yüzden vardır.
Yeni dünya düzeninde savaş konsepti değişti; ülkeler artık dışarıdan değil, içeriden fethediliyorlar. Bunun da en tartışmasız ve su götürür yolu eğitimdir.
Osmanlı’nın en uzun asrı olan çöküş sürecinde, imparatorluğun muhtelif yerlerinde yüzlerce yabancı okulu açıldı. Fransa’nın başlattığı bu yıkıcı hamleyi İngiltere, ABD ve diğer Batılı ülkeler devam ettirdi.
Demokrasimizin üzerinden 70 küsur sene geçmesine rağmen, birey ve devlet bazında gerçek demokrat olamadık. Bunun da başlıca sebebi, demokrasinin, bize dışarıdan zorla telkin edilmesi ve telkin edici zorbaların iplerimizi ellerine almaları ve kukla oynatır gibi bizi oynatmalarıdır.
Çok kritik bir coğrafyada bulunmamızdan dolayı bize biçtikleri rol, ‘uydu devlet’ modelidir.
Evet... 1946’dan bu günlere, bu anlayışla yani, sürünerek geldik.
Önümüze konulan sandığın hakkını hemen her seferinde verdik ama iktidar diye seçtiklerimiz hiçbir zaman muktedir olmadılar, olamadılar. İktidar yapılmadılar.
İngiltere veya ABD bizi işgal edip, başımıza bir genel vali tayin etseydi; bu yaptıklarının yüzde birini yapamazlardı. Nitekim birinci büyük savaştan sonra, işgal ettikleri yurdumuzda bunu denemek istediler.
Karşılarında; ‘Ya istiklal ya ölüm!’ diye yola çıkılan Kurtuluş Savaşı’nı ve onun destansı ordularını (kahraman kumandan ve kahraman askerlerini) buldular.
Zaferle sonuçlanan savaşın bitiminde, eskinin külleri üzerine yeni bir devlet kuruldu.
Eskisini yıkanlar, iki ana sebepten ötürü yıktılar. Birincisi maddi idi; başta petrol olmak üzere, yer altı ve yer üstü kaynaklarını Türklerin elinden almak.
Türkiye nereden nereye geldi? Sayın Erdoğan’ın ‘one minute’ çıkışıyla yüreğimiz ağzımıza gelmişti! Zira böylesi bir durum, ilk defa oluyordu ve en az içeridekiler kadar, dışarıdakileri de şoke etmişti.
1947 yılında imzaladığımız Türk-Amerikan İkili Askeri İşbirliği Anlaşması ile ülkemiz, ABD boyunduruğuna girmişti. Güvenliğimizi, savunmamızı ABD’ye havale edip, kendimiz yan gelip yatmıştık.
Gözümüzü de, ABD’den gelecek yardımlara ve IMF’in vereceği kara faizli paralara dikmiştik.
Toplu iğne ve asker potini yapmaktan aciz ülkemize; öylece kalmamızı ve neye (!) ihtiyaç duyarsak kendileri tarafından karşılanacağını söylediler.
Uysal çocuklar gibi laf dinledik; laf dinlemeyenlerimize de hadlerini bir güzel bildirdik! (Darbelerle ve darbelerin getirdiği olağanüstü hükümetlerle)
60’lı yılların başlarında, Kıbrıs’ta ‘harim-i ismetimize’ dokunuldu; ABD, müdahale ettirmedi, bize biçilen rol doğrultusunda. Zaten bizim de tek başımıza müdahale edebilecek güç ve kuvvetimiz yoktu.
74 senesinde, yine Kıbrıs’ta; saplanan bıçak kemiğe değince, gözlerimizi karartıp çıkarma yaptık. NATO’dan aldığımız piyade tüfeklerini bile kullanamayacağımız söylendi ve baş müttefikimiz (ABD) tarafından ambargoya tabi
Muhalefet partileri belli ki yerel seçimleri çığırından çıkartıp genel seçim havasına sokmak istiyor. Bu durumun tipik yansımasını da ana muhalefet partisinde görmekteyiz.
Tazminat ödemelerine karşı, partide bir fon oluşturulması buna işarettir. Demek ki sert bir söylem geliştirilecek; bunun sonucunda doğabilecek tazminatlar da bir kişiye ağır geleceğinden bu yola gidildi.
Kemal Kılıçdaroğlu seçim stratejisini kazanmak üzerine değil, iktidar partisine kaybettirmek üzerine kurdu. Yani iktidar partisi kazanmasın da hangi parti kazanırsa kazansın!
Doğaldır; tüm muhalefet partileri iktidar partisine hücum eder. Bu durum siyasetin doğasında var ama bu hücumu birleşerek (ittifak ya da iş birliği şeklinde) yapabilmek, yani muhalif oyları konsolide edebilmek kolay olmasa gerek.
İşte, Kemal Kılıçdaroğlu bu zor işe soyundu ve kendisine göre başardı da.
Bu başarının altındaki gerçek ise, Erdoğan’a duyulan nefret ve düşmanlıktır. Erdoğan’a öfke duyan tüm muhalifleri aynı hedefe kilitledi.
Kılıçdaroğlu’nun kişisel bir amacı daha var; 1 Nisan’da partisinin başında kalabilmektir. Bundan dolayı da az olsun benim olsun demeyip, çok olsun bizim olsun diyerek, İYİ Parti ile ittifak, HDP ile de iş birliği
1946 seçimleri ilk demokrasi deneyimimiz olacaktı. Dışarısının telkiniyle çok partili hayata geçişimize, seçimleri kaybetmeme adına formülü bulmuştuk: “Açık oy, gizli tasnif!”
Dünyanın gözleri önünde bu kepazeliği utanmadan işledik.
İktidarı kaybetmemek için sergilenen bu iğrençlikten 1950 seçimleriyle kurtulduk ama asıl tehlikeyi fark etmedik. Bu ise, idari ve askeri olarak ABD’nin güdümünde olmaktı.
Seçtiklerimiz ülkeyi idare edecek sandık; fena halde yanılmışız.
Milletçe içteki vesayet odaklarıyla boğuşurken, peş peşe yapılan darbeler ve darbe anayasalarıyla ipleri tamamen dışarıya vererek, mahut vesayeti kurumlaştırdık.
İş öyle bir noktaya geldi ki koca parlamentoyu ABD’den talimatla gönderilen ve adeta genel vali yetkisinde olan Kemal Derviş’in emrine amade kıldık!
Öylesine sıfırı tüketip duvara toslamıştık ki müstevlilerin maşası konumundaki Kemal Derviş’in reçetelerini bile hayat iksiri olarak görüyorduk.
Halbuki IMF’nin reçeteleriyle yarım asırdır ölü yüzüne pudra sürüyorduk; ölü canlanmadığı gibi, her seferinde daha fazla pudra tüketiyordu.
Dikkat ediyor musunuz; hemen herkes en azdaki ortak noktalarda buluşup anlaşmanın derdinde. Yani asgari müşterek arayışında. Bu ise, iki göz yerine tek gözle yetinmek demektir ki, bu da, isteğe uygun olmasa gerek.
Asıl olan, azami müşterekte, yani en fazla ortak noktalarda birleşmektir. Hele de ortak paydaları eşit olan millet söz konusu ise, azami müşterekte buluşmak kaçınılmazdır.
Dedik ve devamlı diyoruz ya; bu ülke insanının başına getirilenler pişmiş tavuğun başına gelmemiştir.
Bu ülke insanına: ‘ Düşman, mukaddesimizi çiğneyecek, namusumuzu kirletecek; hep birlikte karşı koyalım ve müstevlilerin emellerini kursaklarında bırakalım!’ dendi.
Millet de her seferinde, üzerine düşen görevi canını dişine takarak yerine getirdi.
Daha dün, Kurtuluş Savaşı’nda getirdi, bugün 15 Temmuz darbe girişiminde getirdi.
Yurdumuz, dün çeşitli ulusların (Rus, İngiliz; Yunan, İtalyan, Fransız, Bulgar vb.) işgaline uğramıştı. Bu işgalleri 40 sene sürdürenler oldu. Bunlardan hiçbir tanesi, bu milletin ne ezanına, ne Kur’an’ına ve ne de başörtüsüne karıştı.
Maraş’taki işgalci güç (Fransa) askerlerinden birinin münferit olarak, Müslüman kadının başörtüsünü başından çekmesi bile, topyekun halkın galeyana gel
İnsanoğlu dünya sahnesine geldiği günden beri ideal nesiller yetiştirmek için çırpınıp durdu.
Anne ve babalar, öğretmenler, bilgeler, filozoflar ve hatta peygamberler bu kutsal işi görev bilip, ömür tükettiler. İdeal nesiller ancak sevgiyle oluşturulabilirdi; bunun dışındaki her şey çürüktü, yanlıştı, batıldı, çıkmaz yoldu.
İnsanoğlunun en büyük ihmali kendinedir; her şeyi bilmeye ve tanımaya çalışırken, kendinin cahili olarak kaldı. Bundan dolayı da tabi tutulduğu sınavı başaramadı.
Hamur mayası sevgiyle yoğrulmasına karşın, sevilmesi gereken muhatabını sevmek yerine kendini sevdi. Kendini sevginin odağında tutup, diğerlerini sevdi. Yani tüm sevdiklerini kendisi için, kendini sevdiği için sevdi.
Kendini seven herkes diğerine, diğerinin sahip olmak istediği her şeye musallat oldu.
Benimki benim, seninki de benim dedi ve savaş başladı; hem de daha ilk günden.
İnsanoğlunun bu denli egoizmi, şahıs, aile, aşiret, cemiyet ve devlet planında geometrik olarak arttı ve bunun sonucunda da emperyalizm tüm insanlığı esir aldı.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra, dünyanın ABD sarmalına girdiği, onun da elindeki bu imkânı tepe tepe kullandığı ve hepsinden önemlisi, kendisini ‘la yüs’el’ sorulamaz-mesul olmaz gördüğü bir gerçektir.
Dünyanın jandarmalığına soyunan ABD, savaştan galip çıkmanın pervasızlığıyla, köpeksiz gördüğü dünyada değneksiz dolaşmaktadır. Bu cümleden olarak, koskoca Amerika kıtasını arka bahçesi ilan ederek, kimsenin burnunu sokmasına müsaade etmedi.
Ama kendisinin dünyada burnunu sokmadığı ve karıştırmadığı yer kalmadı.
NATO’yu ABD ordusu gibi, IMF’yi ve Dünya Bankası’nı kendi milli kurumları, doları da bir ticari araç-meta olarak değil, ülkeleri hizaya getirmek için kırbaç (!) olarak görüp, kullanıyor.
Kurtuluşu (!) ABD’ye teslim olmakta gören onca devlet yanında, yalnızca, Küba direndi.
Son yıllarda da petrol ülkesi olan Venezuela direniyor. Daha doğru ifadeyle, direnmek istiyor. Önceki başkan Hugo Chavez de teslim olmak istememişti, lakin bedelini ağır ödedi.
Şimdiki başkan Maduro da ABD’ye eyvallah etmeyeceğini ilan etti. ABD bu ülkeyi önce ekonomik yönden felç etti, ardından da seçilmiş başkan Maduro’yu tanımadığını açıkladı.
Ne hazin bir tecellidir ki dünyanın birçok demokratik ülkesi bu denli b