Başkanlık sisteminde esas olan iki partinin bulunmasıdır. Türkiye’nin şartlarını dikkate aldığımızda, (merhum Özal’ın deyimiyle) iki buçuk partinin olması doğaldır.
Nitekim önceki seçimde gördüğümüz gibi, bu seçimde de, siyasi partiler ittifaklar yaparak iki blok halinde yarışıyor. Üstelik yerel seçimlerde ittifakın zorluğuna rağmen bu yola başvurdular. Onca küskünlüğe neden olmasına karşın, kendilerini buna mecbur hissettiler.
Bu durum, muhalefetteki birbirine benzemeyen ve hatta zıt olanları bile bir araya getirdi.
Artık muhalefet için; şu veya bu partili adayın kazanması mühim değildir, mühim olan iktidar partisine kaybettirmektir. İçerisinin ve dışarısının ortak hedefi Sayın Erdoğan’dır; muhalefetin tek meselesi ona kaybettirmektir.
Özellikle de, İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirleri iktidar partisine kaybettirip; iktidarın arkasında halkın desteği kalmadığını ileri sürerek, meşruiyet tartışması başlatmaktır.
Daha açık ifadesiyle iktidarı, bir erken seçime zorlamaktır.
Şu halde; Türkiye’nin önünde iki seçenek var: Seçmen, ya iktidar bloğunu destekleyecek ve böylece önümüzdeki 4-5 yıllık bir dönemin, seçimsiz ve siyasi istikrarla sürmesini sağlayacak ya da muhalefet bloğunu
Mesleğimiz gereği, ülkemizin siyasetçilerini yakından tanıma fırsatımız oldu. Bendeniz diğer arkadaşlarımdan biraz daha şanslıyım; zira İstanbul milletvekilliği yaptığım dönemde onlarla birlikte çalıştım.
Masanın iki tarafında da bulunan bir kişi olarak, siyasetçi hakkındaki ilk gözlemim, onların ‘ego’larının diğer insanlardan çok daha şişik ve hemen hepsinin pragmatist oldukları yönündedir.
Yani bir siyasetçi, önce ‘ben’ der; sonra ‘ben’ der; en sonunda yine ‘ben’ der!
Bunun yanında, siyaset bir virüstür, bir bulaştı mı o kişinin yakasını ölünceye kadar bırakmaz. Siyasetçi hangi hastalıktan ölürse ölsün, gerçek sebebi işte bu virüstür!
Kazanma, baş olma, emretme, parmakla gösterilme arzusu, insanoğlunun doğasında vardır. Bu haller, siyasetçide doruk noktasındadır.
Hani siyaset bir hizmet yarışıydı; Hakk’a ve halka hizmetkârlıktı?
Evet... Hakk’a ve halka hizmet için yapılan siyaset, çok erdemli bir iştir. Bu erdeme ulaşabilmenin yegâne yolu, insanın kendisini aşması, doğuştan sahip olduğu hastalıklardan kurtulmasıdır.
Hiç olmazsa, onları törpülemesi, başkaldırmak yerine uyutulan hale getirmesidir.
Birinci Dünya Savaşı sonlarında İngilizler Şam’ı işgal ettiklerinde, İngiliz komutan, General Allenby doğruca Selahaddin Eyyubi’nin mezarına gidip sandukasını tekmeler ve “Kalk Seladin! Biz geldik!” diyerek ‘haçlı’ kinini kusar.
Bundan tam bir asır sonra da, bu kez, dünyadaki tüm mazlumların sesi olan Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın hafifçe tökezlediği bir seçim sonucunda şu değerlendirme yapıldı: “Yeni bin yılın Selahaddin Eyyubi’si son metroda durduruldu!”
Durdurulmadığını, takip eden seçim sonuçlarıyla görüp deliye döndüler.
Türkiye’nin ve Sayın Erdoğan’ın suçu, arı kovanına çomak sokmasıdır. Dünyadaki hangi lider, İsrail Cumhurbaşkanı’nın yüzüne: “Siz plajdaki çocukları öldürmesini çok iyi bilirsiniz!” ve BM Genel Kurulu’nda tüm ülke liderlerinin yüzüne, “Dünya beşten büyüktür!” dedi, diyebildi.
Yiğit düştüğü yerden kalkar; Türkiye dün olduğu gibi bugün ve yarınlarda hep mazlumların sesi oldu ve olmaya devam edecek. Bundan dolayı da mazlumları sömüren zalimlerin hedefinde.
Şu halde, Sayın Erdoğan’ın dillendirdiği beka meselesi, yalnızca Türkiye için olmayıp dünyadaki tüm mazlumlar içindir.
Sayın Erdoğan’ın Karadeniz Ereğlisi, Sakarya ve Kocaeli mitinglerini yerinde takip
Batı, asırlar boyu yaptığı din savaşlarından ibret almamışa benziyor. Hâlbuki bu ibreti aldık diyerek AB’yi kurmuşlardı. 2. Büyük savaştan sonra da, uzunca bir süredir (soğuk savaş dönemi) kendi aralarında savaşmadılar.
Sovyetlerin yıkılışından sonra; tek kutuplu kalan dünya (batı) için yeni bir düşman gerekti. O da, İslam ve Müslümanlardan başkası değildi.
Başta Türkiye’miz olmak üzere, İslam ülkeleri komünizm tehlikesiyle tehdit edilip sömürülüyordu. Komünizm tehdidi ortadan kalkınca, İslam’ı ve Müslümanları hedef tahtasına koydular. Onlara göre kırmızı tehlike kalkmış, kara tehlike gelmişti!
İslamiyet’i terör dini, Müslümanların terörist olduğunu ilan ettiler ve ellerindeki iletişim araçlarıyla (sinema, radyo, televizyon, gazete, dergi vb.) sürekli bu durumu işleyerek, insanların beyinlerini yıkadılar.
İslam dinini ve onun mensubu olan Müslümanları, kan emici canavar sürüleri olarak gösterebilmek için; bu fiilleri din adına yapan sözde ‘İslami!’ terör örgütleri kurdular. ( DEAŞ’ı, Hillary Clinton ile birlikte kurduğunu bizzat ABD başkanı Obama açıklamıştı)
Tavşana kaç tazıya tut derken, tavşanı da tazıyı da kendileri kurgulamıştı.
Bu halin tipik örneğini bugün Suriye’de görmekteyiz;
Avrupa Parlamentosu, Türkiye ile müzakerelerin askıya alınmasını öneren Türkiye raporunu kabul etti. Doğrusu, bu skandal rapora da, karara da şaşırmadık; şaşıranların da aklına şaşarız.
Zira biz bu Avrupa’nın gerçek yüzünü 15 Temmuz’daki aşağılık darbe girişiminde gördük.
Türkiye’de demokrasinin kalbi olan parlamentomuz bombalandı; Avrupa Parlamentosu bombalayanların yanında yer aldı ve onların yandaşlarını Genel Kurul’unda konuşturdu.
Bunu da gizlemiyorlar; nitekim mahut raporda, Türkiye’nin yurt dışındaki FETÖ örgütü mensuplarına yönelik operasyonlarından ‘üzüntü duyulduğu’ belirtiliyor. Yani şecaat arz ederken sirkatin söylüyorlar!
Rapordaki eleştiri konularına dikkat ettiğimizde, Avrupa’nın bize olan bakış açısını görmüş oluruz:
FETÖ operasyonları kapsamında uzun tutukluluk süreleri ve kötü muameleden endişe duyuyorlar.
Ankara yönetimi Akkuyu Nükleer Santral inşaatını durdurmalı.
Türkiye, Kıbrıs’taki askeri varlığına son vermeli.
Anayasa’mızın 81. madde-sinde yer alan milletvekili yemin metni şu şekilde başlar: “Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü... koruyacağıma...”
Dikkat edilirse, yemin metninde en başta, devlet ve millet hayatımız için gerekli
ve hayati öneme haiz hususlara vurgu yapılmış. Bunları da üç kelimeyle özetlersek; varlık, birlik ve bağımsızlık
olduğunu görürüz.
Devlet ve millet hayatımızın bekası için olmazsa olmaz bu hususların tartışılması söz konusu
bile olamaz.
Ama gelin görün ki bu yemini edip de Meclis’te bulunan bir kısım milletvekillerimizin hali içler acısıdır. Onların ne devletin varlığı, ne bağımsızlığı, ne de milletimizin bölünmez bütünlüğü diye bir dertleri, tasaları, endişeleri yoktur.
Ne hazin bir tecellidir ki ana muhalefet partimiz bu denli bir duyarsızlık içinde bulunan bir partiyle ittifak yapıyor; yetmiyor, onun mensuplarını kendi parti listelerinden aday gösteriyor.
Ülkemizde her gün gazeteleri okuyup, televizyon-lardaki haberleri izleyenlerin sinir sistemi bozuluyor. Çünkü bizim ülkemizde bir günde meydana gelen olaylar, dünyadaki diğer demokratik ülkelerin hiçbirisinde, aylar boyu, hatta yıllar boyu olmuyor.
Bu denli sinir bozucu hale biraz da siyasiler sebep oluyor. Toplumun gözlerinin üzerinde olduğu siyaset, sorumsuz bir tavırla; çıldırmışçasına gerilim dili kullanıyor ve akılları sıra bu sivri dillerle oy devşireceklerini zannediyorlar!
Şu dil ve şu üslup bir muhalefete yakışır mı? Milletin yüzde elli ikisinin oyunu alarak seçilmiş bir Cumhurbaşkanına; ‘ diktatör, diktatör bozuntusu, şeddeli diktatör, faşist, baş çalan, hırsız, hain, maganda, Türkiye’nin en büyük teröristi vb. demeyi muhalefetin gereği ve marifeti bildiler, biliyorlar!
Hatta vaktiyle muhalefet partili bir belediye başkanı, Cumhurbaşkanına yaptığı galiz hakaretle yetinmedi, halkı ayaklanmaya davet etti. Bir belediye başkanının kullandığı böyle bir ağızdan daha vahimi ise, mensup olduğu partinin lider ve yönetiminin bu ağza sessiz kalmalarıdır.
Aynı dil ve üslup bu seçim arifesinde de kullanılıyor; iktidar partisinin seçimleri kazanması halinde, halk, sokaklara davet
Sevgili Mehmet Soysal’ın 18 Şubat tarihli ‘Rabarba siyaseti’ başlıklı yazısı çok ses getirdi. Bir kısım köşe yazarları bu yazıyı kaynak (mehaz) göstererek, kendi duygu ve düşüncelerini dile getirdi.
İyi de oldu; zira sevgili Soysal, yerinde tespitleriyle Pandora’nın kutusunun kapağını açtı.
Malum, AK Parti’nin kurucu kurmaylarının büyük çoğunluğu, Erbakan’ın siyasi çizgisinden geliyor. Bir farkla ki o da ‘yenilikçilerin’ Milli Görüş gömleğini çıkarttıklarını ilan etmeleriydi.
Kuruluşta, Sayın Erdoğan siyasi yasaklıydı ama hareketin dinamosuydu; her şey onun ve onun gibilerin mağduriyeti etrafında şekilleniyordu.
Dava arkadaşlarının kader birliği kısa zamanda iktidar oldu; o gün bugündür de iktidardalar.
Uzun süreli iktidarları müddetince çetin sınavlardan geçtiler. Hükümetlerine muhtıra verildi; iktidardaki partilerine kapatılma davası açıldı.
Herkesin unuttuğu bir gerçek var; parti, her zaman FETÖ tarafından kuşatma altında tutuldu. Zira ne tür kadro isteniyorsa, bu örgüt tarafından rahatlıkla karşılanabiliyordu.
AK Parti’yi ve ülkemizi bölünüp parçalanmaktan iki şey kurtardı; birincisi, ilk dönem iktidarlarında Cumhurbaşkanlığında Necdet Sezer’in bulunmasıdır. O kişi, kendi kötü niyetiy