İçişleri Bakanı Soylu, gençlerle yaptığı söyleşide şunları söyledi: “...Bedeli ne olursa olsun, sizin önünüzdeki engelleri kaldırmakla yükümlüyüz. İster canımızla ödeyelim, ister karşıdan hakaretlere maruz kalalım, isterse bizi anlamasınlar, ama ne yaparsa yapsınlar, bizim onlara söyleyeceğimiz tek bir şey var; bilselerdi yapmazlardı! Bilselerdi bugün terör örgütleriyle birlikte aynı ittifakın içinde olmazlardı. Elimde öyle istihbaratlar var, öyle çalışmalar var ki esas kanınız buna donar. Hiçbir ahlak, hiçbir memleket duygusu, hiçbir bayrak sevdası düşünmeden kol kola girenleri görüyor ve iğreniyorum. Yaptıkları pazarlıkları, yaptıkları anlayışı. Bu ülkenin en büyük korkusu istikrarsızlıktır...”
Etrafımız ateş çemberi; bizler cennet vatanımızda huzur içinde yaşıyoruz. Sıkıntılar yok mu? Elbette var ama onları aşacak gücümüz, azim ve kararlılığımız da var.
36 senedir terörle boğuşmaktayız; kaynaklarımız ve enerjimizi bu anlamsız(!) savaşta harcıyoruz. Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik; 15 bin teröristi binin altına düşürdük. Can çekişmekte olan terör örgütüne (PKK) son darbeler indiriliyor!
Gün geçmiyor ki başta askeriye olmak üzere, çeşitli kurum ve kuruluşlarımızda çöreklenen
ABD, belli ki, jandarmalığına soyunduğu dünyaya huzur vermeyecek.
Hele de Trump’ın gelmesiyle, akıl almaz fütursuzlukları ayyuka çıktı. Avrupa ülkeleriyle birlikte İran’la yaptıkları anlaşmadan çekildiği yetmemiş gibi, bir de yaptırım uyguladı. Diğer ülkelerin de aynı şekilde hareket etmesini istedi.
İngiltere, Fransa, Almanya böyle bir hukuksuzluğa ortak olamayacaklarını söyleyerek İran’ın yanında yer aldılar.
Başta petrol ürünleri olmak üzere İran’la önemli ölçüde ticaret yapan Avrupa ülkeleri, ABD’nin bu talebine sıcak bakmadılar.
Çılgına dönen Trump, Fransa ve Almanya’yı tehdit etti; bununla da kalmayıp tüm AB’ye gözdağı verdi. NATO’dan çekilebileceklerini ve Avrupa’yı savunmasız bırakacaklarını ima etti.
Avrupa ülkeleri de, ister istemez Avrupa ordusu fikrine yöneldi.
İsrail’in güvenliği için, İran’ın kuşatılmasını şart gören ABD, İran karşıtı Arap birliğini önerdi. Kendi güdümünde, İsrail destekli bir Arap birliği ve hatta bir Arap NATO’su oluşturmak için gayret sarf ediyor.
ABD, İran karşıtı toplantı için, Avrupa’da Varşova’dan başka yer bulamadı. Zaten AB ülkeleri de gerekli rağbeti göstermediler ve toplantıya alt düzeyde temsilci gönderdiler.
Bizim gibi, siyasi yönden rüşdünü ispatlayamamış ve dışarıya bağımlı ülkelerde darbeler kaçınılmazdır. Bunun da sebebi gayet açıktır; çünkü savunmasını bile dışarıya havale eden bir ülkenin şahsiyetini müdrik olması beklenemez.
Böyle bir ülke kendi adına karar veremez, verse de uygulayamaz.
Türkiye, 2. Dünya Savaşı’na girmedi ama savaşın sonuçlarını iliklerine kadar yaşadı.
Savaşın galibi ABD idi; ‘kurtlar sofrası’ndaki taksimde Türkiye, ABD’nin hegemonyasına bırakılmıştı. Çok partili demokratik (!) hayata geçip, NATO’ya girebilecektik ama bütün bunların bedelini de ödeyecektik!
1947 yılında ABD ile imzaladığımız anlaşmada, yalnızca savunmamızı değil, eğitim politikamızı da onlara havale ettik. 27 Aralık 1947’de imzaladığımız Fulbright anlaşmasının 5. maddesi şöyledir: “Komisyon, dördü T.C. vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden kurulu olacaktır. Bunlara ek olarak, Türkiye’deki ABD diplomatik heyetin başı, (Amerika Büyükelçisi) komisyonun fahri başkanı olacaktır. Komisyonda oyların eşit olması halinde kesin oyu misyon şefi (ABD Büyükelçisi) verecektir.”
Herkes, Menderes politikalarıyla ABD’ye teslim olduğumuzu sanır ama durum öyle değildir.
Menderes, NATO’ya
Bin yıl sürecek denilen 28 Şubat postmodern faşist darbesinin üzerinden 22 sene geçti.
Zorbalığı beş yıl bile sürmese de, diğer darbeler gibi, bu da toplumda derin travmatik izler bıraktı. Halkın bir kısmını ötekileştirdi ve bunları devletiyle karşı karşıya getirdi.
Ne kendileri rahat ettiler ve ne de topluma huzur verdiler.
Bütün darbelere ve onları yapanlara dikkat edin; Atatürkçü olduklarını söylerler ve darbeleri de onun adına yaptıklarını ilan ederler. Halbuki Atatürk, Meclis’in üstünde güç tanımazdı; bunlar ise, Meclis’i işlevsiz kılarak, kendileri yönetmeye kalkışırdı. Ne menem Atatürkçülükse...
Genç bir bayan akademisyenden aldığım e-mail’i aynen aktarıyorum:
“İlkokuldaydım. Televizyonun ana haber bülteninde heyecanlı bir sunucu, baskınla (!) yakalanan sakallı bir adamı sürekli teşhir ediyor. Konuk ettiği, iki gözü iki çeşme, sözde mağdur olmuş bir bayan ise hıçkırıklara boğularak ağlıyordu.
Söz birliği etmişçesine tüm televizyon kanalları ‘irtica’ yaygaralarıyla yeri göğü inletiyordu.
Anlı şanlı sunucuların irtica diye ekranlara getirdikleri manzaralar ise, lisede namaz kılan çocuklar, üniversite diploma törenlerine katılan başörtülü kızlar, İmam Hatip Lisesi’nde Kuran-ı Kerim de
İstanbul, Türkiye’mizin 81 vilayetinden her hangi birisi değildir. Hangi yönden bakarsanız bakın, (tarih, coğrafya, nüfus, kültür vb.) İstanbul’un diğer şehirlerden çok farklı olduğunu görürsünüz.
Şair, bu emsalsiz şehir için; ‘Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar; güleni şöyle dursun ağlayanı bahtiyar…’ vurgusunu boşuna yapmamıştı.
Ama gelin görün ki; geçen asrın başından beri, bu görkemli şehre ihanet ediyoruz.
Adı, sanı ne olursa olsun, partili partisiz her kim İstanbul’a belediye başkanı olduysa; bir yaptıysa, ondan beş götürdü.
Ta 30’lu yıllarda İstanbul’un nazım planları bir Fransız’a çizdirilmiş; o da mezbahayı, akıntısı olmayan Haliç’in kıyısına inşa ettirmişti. Böylece altın boynuzu, pis kokulu boynuza çevirmekle ünlenmiştik!
Kaç medeniyete ev sahipliği yapmış bu müstesna şehre, her gelen iktidar, üvey evlat muamelesi yaptı ve adeta yağmaladı.
Tarihten utanmadığımız gibi, gelecek nesillerimizden ve insanlığımızdan da utanmadık.
Köşklerin cam vitraylarını balyozla kırmakla, geçmişten intikam aldığımızı ve yeniliğe adım attığımızı sandık.
Malum ahir zamanda yaşıyoruz. Bu zamanın tipik özelliği, iyilik ve güzelliklerin azalıp neredeyse yok olması ve kötülerin ve kötülüklerin her geçen gün, artarak çoğalmasıdır.
Kötü ve kötülükler öylesine artacak ve dünya yaşanabilir olmaktan öylesine çıkacak ki insanlar huzuru ve kurtuluşu şehirlerden kaçıp dağlara çıkmakta arayacaklar.
Böyle bir zamanda, iyilik ve güzellikler, eskilerin tabiriyle ‘kibrit-i ahmer’ (kırmızı kibrit-onunla halis altın yapılan bir iksir ve maden) olup, Kafdağı’nın ardına gizlenmiş gibiler!
İnsanlık tarihi boyunca insanlar neyi ve neleri istedilerse elde ettiler. Bizden öncekiler, belli ki manayı, maneviyatı daha çok istediler ve ona kavuştular.
Mutlu oldular.
Günümüz insanı ise, maddeyi arzu etti ve her geçen gün daha da artan bir iştiha ile bunun arzusuyla yanıp tutuşmaktadır. O da istediğini fazlasıyla elde etti ve etmeye devam ediyor.
Mutluluk sırra kadem bastı; sıkıntı, acı, üzüntü ve kahır her kişi, her hane ve her toplumun vazgeçilmezi oldu.
Günümüzün en ziyade kahreden hali ise, milyonda bir olan iyi ve güzel insanların, vefat ettiklerinde, iyilik ve güzellikleri de beraberlerinde götürmeleridir.
Biz Türkler, Doğulu bir kavim olmamıza rağmen, tarih boyu hep Batı’ya doğru yürümüş ve Batı’yı kendimize yurt edinmişiz.
Buharlı makinenin keşfiyle birlikte, Batı, maddeyi hükmü altına alarak güç elde etti. Elde ettiği bu gücü de sömürü aracı olarak kullandı ve zenginliğine zenginlik kattı.
Bu zenginliğine rağmen, Batı, kendi içindeki değişim ve dönüşümü uzun süreli savaşlar yaparak, çok kan dökerek ve çok ağır bedeller ödeyerek gerçekleştirdi.
Tüm bu zorlamaların sonucunda, Batı, asırlar boyu boyunduruğunda inim inim inlediği kilisenin hegemonyasından kurtuldu.
Kilise baskısından kurtulan Batılı toplumlarda laikliğin uygulanması zor olmadı. Çünkü Hıristiyanlığın dünyaya ait, dünya nizamına ait bir söylemi yoktu. Bu yüzden olsa gerektir ki laiklik, usuletle ve suhuletle (kolaylıkla) uygulanabilmiştir.
Avrupa’da en katı laiklik Fransa’da vardır; orada bile okullar kiliseye bağlıdır. Dolayısıyla, Avrupa’da kimsenin dinine, inancına, dini ritüellerine ve dinsel hayatına karışılmamıştır.
Kısaca, laiklik, orada dindarlar üzerinde bir baskı ve hatta zulüm aracı olarak kullanılmamıştır.
Biz de ise bütün bunların tersi oldu; laiklik gibi uygulamalar toplumumuza tepeden dayatılıp giydirildi ve bun
Yarım asırdan fazla bir zamandır İstanbul’un kaldırımlarını çiğniyorum. Bu uzun süre zarfında hem Avrupa yakasında ve hem Anadolu yakasında ikamet ettim. Tahsil ve iş hayatım boyunca İstanbul trafiğini tepe tepe kullandım.
Umumi vasıtaların her çeşidini kullandığım gibi, özel otomobilimle de İstanbul’u her zaman dolaştım, dolaşıyorum. Bir vatandaş olarak, gazeteci gözüyle tespitlerim:
Ulaşımda bunca hizmete (alt ve üst yapı olarak) rağmen, İstanbul’un trafiği her geçen gün artmaya ve keşmekeş olmaya devam etti.
Üç tarafı denizle çevrili olmasına karşın, İstanbullu denizden hiçbir zaman istenildiği gibi istifade edemedi, edemiyor.
Mesela; Silivri, Büyükçekmece, Beylikdüzü, Küçükçekmece sahil kasabaları olmalarına rağmen vapurla veya deniz otobüsü ile tanışmış değiller.
Üstelik, anılan yerlerin sahil şeridinden gidilebilecek karayolu da mevcut değil.
Netameli olan İstanbul boğazına, kısmen kazıklı yol yapılabildi ancak, İstanbul’un Trakya bölgesi sahil yolundan mahrum.