Türk siyasetinin en büyük açmazı, kapı gibi güvenilir bir ana muhalefetinin olmamasıdır. Öyle ya; iktidarın yegâne alternatifi odur. Bir bakıma, böyle bir ana muhalefet olmadığı içindir ki vesayet odaklarına gün doğmuş ve demokrasiden ümit keserek darbe yapmayı maharet bilmişlerdir.
Vesayet odaklarının, ana muhalefetten iktidar umutları olsaydı, seçim dönemini bekler ve darbe gibi bir kepazeliğin öncüsü olmazlardı. Nitekim 60 ihtilalini yapanlar, muhalefet liderini başbakanlığa getirmekle kalmamış, kendisine bağlılıklarını şu meşum (uğursuz) cümleyle dile getirmişlerdi: “Paşam, emirleriniz bize Peygamber buyruğudur.”
Toplumsal olarak diğer bir şanssızlığımız da, ortanın solu diyerek yola çıkan ana muhalefetimiz, solu da kendine benzetmiş ve dünyada emsali bulunmayan, ne idüğü belirsiz bir yapıya bürünmüştür.
Halkçı geçinip emekten yana olduklarını iddia etmelerine karşın, fildişi kulelerde oturup, viski yudumlayarak, halkla alay etmeyi ve kafalarındaki cinlikleri halka dayatmayı solculuk bilmişlerdir.
FETÖ’nün borazanlığında gemi azıya almış, evlere şenlik bir muhalefet anlayışımız var. Bakınız, ana muhalefetin lideri olacak kişi, ülkenin seçilmiş başbakanı hakkında uyduruk (montaj)
Malum, Suriye iç savaşından sonra, belli başlı ülkeler, şu veya bu sebeple Suriye’ye açıktan girdiler; bir kısım ülkeler ise, endirekt olarak Suriye’nin içindeler.
Bunların içinde yalnız Türkiye, Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve Suriye halkının huzur ve refahını istiyor. Türkiye’nin dışındaki tüm ülkelerin tek düşüncesi kendi emperyal emelleridir.
Yine Türkiye’nin dışında hiçbir ülke, Suriye’de savaşın bitmesini istemiyor. Zira kurt dumanlı havayı sever.
Bundan dolayıdır ki ABD, Suriye’deki kaotik ortamın sürmesini istiyor. Onca insan ölümleri kendileri için hiçbir şey ifade etmiyor.
Ortadoğu’daki kaotik ortam devam ettikçe birileri avuçlarını ovuşturuyor. Bu ülkelerin başında elbette ki İsrail var. İsrail, ABD ile el ele vererek ve bölge ülkelerinden Mısır, Suudi Arabistan, BAE’nin destekleriyle kendi kirli emellerin gerçekleştirmenin yoğun gayreti içindedir.
İsrail, hazır ABD’nin başına Trump gibi ‘sıra dışı’ bir lider geçmişken, bundan azami derecede istifade eden yegâne ülkedir.
Bu kaotik ortamda İsrail Ortadoğu’nun en stabil, rahat ve dayanıklı ülkesidir. Eskiden yaptığı zulümlere karşı belli tehditler altındaydı. Şimdi ise, o pervasızlıklarına daniskasını eklemesine rağmen, en
ABD, ağalık yaptığını düşündüğü ülkelere karşı, şimdiye dek sürekli oynadı ve hep kazandı. Bunun da sebebi, bu ülkelerde de oyun kurucusunun kendisinin olmasıydı.
Bundan dolayı da, çok açık oynamasına karşın, çok az zayiatla büyük başarılar elde etti.
Sürekli zafer (!) sarhoşluğu, belli ki, ABD’de akıl tutulmasına yol açtı.
Bakınız; ABD Başkanının Suriye özel danışmanı var; James Jeffrey. Bu kişi daha önce ABD’nin Ankara ve Bağdat Büyükelçilikleri görevlerinde bulunmuş, dolayısıyla bölgeyi, bölgenin dününü ve bugününü çok iyi bilen birisi.
Jeffrey geçen hafta Ankara’ya geldi, yaptığı görüşmelerden sonra: ‘ Türkiye’nin güvenlik kaygısıyla oluşan endişelerini Washington’daki yetkililere ileteceğim’ diyerek , ABD yerine Suriye’ye gitti.
Belli ki, resmen zamana oynuyorlar ve bu süre zarfında Türkiye’nin aklıyla alay edici söylemlerde bulunuyorlar.
Ayol! Türkiye’nin; 70 yıldan beri gizliden, son 35 senedir de açıktan güvenlik kaygısının kaynağı bizzat sizsiniz! Daha neyi öğrenip (!) ilgililerinize sunacaksınız?
Ayağının tozuyla Suriye’ye gidip oradaki terör örgütü (PYD) mensuplarıyla görüşüp onlarla birlikte resim verdi.
Halkçılık artık öyle lafla olmuyor. İletişim araçlarının gelişmiş olmadığı ve halkın her şeyden habersiz olduğu dönemlerde halkçılık lafla oldu ama bugün kimse kül yutmuyor.
Artık mezradaki insan bile hemen her şeyden haberdar, olan bitenleri takip edebiliyor ve değerlendiriyor.
Halkçılık nasıl olur? Halkın dertlerine sahip çıkmakla, onlara çözüm üretmekle ve halkın özlem ve beklentilerine cevap vermekle değil mi?
Bu ülkede sol uzun yıllar işçinin, köylünün, memurun, dar gelirlinin, işsizin, kimsesizin, kısaca, ezilenlerin dertlerini dile getirdi ve onlara çözüm üretip sahip çıkacak lider ve kadrolar aradı.
Bulamadığı gibi, bulduk zannettikleri de beklentileri, heyecanları ve hayalleri yıktı! Zira solculuğa soyunan lider ve onların kadroları en ufak bir proje üretmedikleri gibi, halka tepeden baktı, halkın değerlerine sahip çıkmadığı gibi, bilakis, onlara düşman oldu ve bir türlü halkın sosyal, kültürel etkinlikleriyle beraber olup, onunla bütünleşemedi.
Öylesine garip bir ülkede yaşıyoruz ki solun çilekeş, cins kafalarından İdris Küçükömer’in çok yerinde bir tespitiyle: “Türkiye’de sol sağdır, sağ da soldur!” Yani sol, emekten yana olduğunu söylüyor ama emekçiyi, varoşta yaşayanı
Geçen haftaki asgari ücretle ilgi yazıya olumlu ve olumsuz pek çok tepki geldi.
Asgari ücretin büyükşehirlerde normalin iki, hatta üç katı olmasını eleştirdiler ve böyle olduğu takdirde büyükşehirlere göç akını olacağını ve oraların yaşanamaz hale geleceğini ileri sürdüler.
Belli ki yazıdaki püf noktası anlaşılmamış veya bizim tarafımızdan iyi anlatılamamış.
İstanbul’u ele alalım; şu anda bile hayatı zehir eden bir metropol. Göç aynı hızla devam ediyor; önlem alınmadığı sürece, yarın bu şehirde adım atılamayacak ve nefes alınamayacak.
Bizim teklifimizde Anadolu şehirleri özendirilecek ve göç, tersine olarak büyükşehirlerden kırsala yönelecek. Nasıl mı?
İstanbul’da asgari ücret 6.000 TL, Anadolu’da ise, 2000 TL olunca, ucuz işgücü (!) var diye tüm fabrikalar (atölyeler, iş yerleri vb.) İstanbul’dan (büyükşehirlerden) sökülüp kırsala taşınacak.
Kırsalda hem iş gücü ucuz, hem hayat ucuz ve daha kolay. İş sahaları kırsala yayılınca, bölgeler arasındaki kalkınmışlık farkı ortadan kalkacaktır. Yeter ki kırsalın altyapısını yapalım; o takdirde anılan yerler işveren ve işçiler için birer cazibe merkezi haline gelecektir.
Nasıl gelmesin ki? Aş var iş var ve hem de ucuz ve daha rahat ortamlarda.
Batının (Haçlı zihniyeti) yeni hedefi İslamiyet ve Müslümanlardır. Komünizm hedef tahtasından indirilmiş (inmiş), onun yerine hedefteki düşman olarak İslamiyet konmuştur.
Dün el-Kaide’yi, Taliban’ı bugün de DAEŞ kurarak; İslamiyet’i terör dini, Müslümanları da terörist göstermek için seferber oldular. Medyanın her çeşidini, bu uğurda beyin yıkama aracı olarak kullandılar ve kullanmaya devam ediyorlar.
Batı, medeniyet bakımından tarih boyu, doğudan hep daha geridedir; güneş hep doğudan doğmuş, batı da bu sayede aydınlanmıştır. Batının en büyük eksikliği, farklı kültürleri bir arada yaşatma kültüründen yoksun oluşudur.
Hegemonyasına geçirdiği farklı inanç sahiplerini hep öteki olarak gördü ve sömürge olarak kullandı. Dolayısıyla farklı kültürleri iç içe yaşatma pratiği hiç olmadı.
Batı kendi içinde bile onlarca yıl boyunca mezhep savaşlarına sahne oldu.
İslam’la şereflenen doğu imparatorluklarının hepsi, batıdan kıyaslanmayacak derecede medenidir. İslam diyarlarında her dil, her din ve her renkteki insanlar; dillerine, dinlerine, ırz ve namuslarına, mal ve mülklerine ve hepsinden önemlisi akıllarına dokunulmadan serbestçe yaşamışlardır.
Batı, daha düne kadar zencilere insan gözüyle
Devlet, bölgeler arası farklılıkları hemen her şeyde dikkate alıyor ancak sıra asgari ücrete geldiğinde, sözde eşitlikçi ve sözde adaletçi davranacağı tutuyor ve yurdun her yerinde tek bir fiyat açıklıyor.
Bu ise zulüm değil de nedir?
İstanbul gibi bir metropoldeki asgari ücretin satın alma gücü ile Anadolu’nun ücra köşesindeki bir ilimizdeki satın alma gücü arasında dağlar var.
Farzımuhal asgari ücret 2000 lira oldu diyelim; bu ücreti İstanbul’da alan ve orada yaşayan kişi, resmen ve alenen açtır. Karın tokluğuna çalışmaktadır. Hele bir de ailesi, çoluk çocuğu varsa ve kirada oturuyorsa, yandı gülüm keten helva!
Türk-İş’in araştırmalarına göre, 2018 yılı eylül ayında 4 kişilik ailenin açlık sınırı 1.893 TL, yoksulluk sınırı ise 6.167 TL’dir.
Şehirlerimizde korkunç bir çarpık yapılaşma var; hele İstanbul’da insanlar sanayi tesisleriyle iç içe yaşıyorlar. Belediyeler, iskân olan yere sanayi tesisi, sanayi tesisi olan yerlere de iskân vermiş.
Sanayi tesislerimizin her biri nazarlık zaten (!); yönetmeliklere harfiyen uyuyorlar; bakanlık yetkilileri geldiğinde arıtmalarını gösteriyorlar, gittiklerinde ise zehri salıyorlar.
Gündüz gidildiğinde filtreler çalışıyor olarak zapta giriyor ama gece,
Dikey mimari denilen asrın katliamıyla şehirlerimizi, mahallelerimizi, sokaklarımızı ve bahçeli evlerimizi, bunlarla birlikte bize miras kalan kültürümüzü mahvettik.
İstikbalin tarihçisi bize ne Batılı ne Doğulu diyebilir. Biz bunlardan hiçbiriyiz zira hiçbir kalıba sığmıyoruz. Kimliğini yitiren bulamaç tiplerin tarifi olmasa gerektir.
Bir adımız konacaksa, bize rahatlıkla ‘şehir katilleri!’ diyebilirler.
Eskiden, yükselen minarelerinin etrafında kümelenen mahallemiz, sokağımız, mektebimiz, camimiz ve kıraathanelerimizle (okuma ve sohbet mekânları) iç içe yaşardık.
Birlikte yer içer, birlikte oynar, birlikte gülüp ağlardık. Hastamıza, cenazemize, düğünümüze, yolcumuza, misafirimize hep birlikte koşardık.
Tasada ve kıvançta birdik; tüm güzelliklerimizi, sevinçlerimizi ve acılarımızı paylaşır; birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için yaşardık.
Beton yığınlarıyla birlikte ayrı düştük, çil yavrusu gibi dağıldık. Moda tabiriyle, rezidanslarımız Babil kulelerini andırır oldu; herkes farklı bir dili konuşuyor, kimse kimseyi anlamıyor artık.
Artık ne bahçemiz, ne sokağımız, ne okulumuz, ne camimiz ve ne de toplu vuran yüreklerimiz kaldı. Her birimiz yalnızlığın girdabında sürüklenmenin dehşetini yaş