Dikey mimari denilen asrın katliamıyla şehirlerimizi, mahallelerimizi, sokaklarımızı ve bahçeli evlerimizi, bunlarla birlikte bize miras kalan kültürümüzü mahvettik.
İstikbalin tarihçisi bize ne Batılı ne Doğulu diyebilir. Biz bunlardan hiçbiriyiz zira hiçbir kalıba sığmıyoruz. Kimliğini yitiren bulamaç tiplerin tarifi olmasa gerektir.
Bir adımız konacaksa, bize rahatlıkla ‘şehir katilleri!’ diyebilirler.
Eskiden, yükselen minarelerinin etrafında kümelenen mahallemiz, sokağımız, mektebimiz, camimiz ve kıraathanelerimizle (okuma ve sohbet mekânları) iç içe yaşardık.
Birlikte yer içer, birlikte oynar, birlikte gülüp ağlardık. Hastamıza, cenazemize, düğünümüze, yolcumuza, misafirimize hep birlikte koşardık.
Tasada ve kıvançta birdik; tüm güzelliklerimizi, sevinçlerimizi ve acılarımızı paylaşır; birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için yaşardık.
Beton yığınlarıyla birlikte ayrı düştük, çil yavrusu gibi dağıldık. Moda tabiriyle, rezidanslarımız Babil kulelerini andırır oldu; herkes farklı bir dili konuşuyor, kimse kimseyi anlamıyor artık.
Artık ne bahçemiz, ne sokağımız, ne okulumuz, ne camimiz ve ne de toplu vuran yüreklerimiz kaldı. Her birimiz yalnızlığın girdabında sürüklenmenin dehşetini yaşıyoruz.
Sosyal mesken olarak dikey mimariyi Moskova’da, Varşova’da, Budapeşte de, Sofya’da ve Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin başkentlerinde görmüştüm. Komünizmin bir yansımasıydı onlar.
Daireler yalnızca yatmak için dizayn edilmiş, tuvalet ve mutfak gibi alanlar ortak mahaller olarak yapılmıştı. Milyonlarca insan alt alta, üst üste, gayri insani bir yaşam sürüyordu.
Kapı ve su bulunmayan tuvaletlerde kadın erkek ayrımı olmadan giriliyordu.
Tek sığınakları alkoldü ve o da onların toplu intiharını önlüyordu!
Aynı yerlere daha sonraki gidişlerimizde, bu denli devasa sosyal meskenlerin yıkılıp, onların yerlerine bir iki katlı bahçeli evler yapılmakta olduğunu gördük. İnsanlık adına sevindik ve umutlandık.
Komünistlerin vazgeçtikleri bina tiplerine biz, mal bulmuş Mağribi gibi sarıldık. Başta İstanbul ve büyük şehirlerimiz olmak üzere tüm kentlerimizin canına okuduk.
Topraktan yaratılan insanın toprakla ilişkisini kestik. Modern hapishane görünümlü gökdelenlere, demir kafeslere insanımızı tıktık ve hepsinden önemlisi, insanı doğadan ve kendi doğasından kopardık.
Belediyelerimizde sözde şehir plancıları var; bu yaptıkları plansa, plansızlık nasıl oluyor acaba?
Bu denli yüksek kat imarlarını veren başkan ve imar komisyonu ile belediye meclis üyelerinde belli ki vicdan yerine cüzdan hüküm sürüyor!
Cüzdan denilen bu illet, mahut kesimin vicdanlarını öylesine dumura uğratmış ki yaktıkları bu ateşe, kendilerini ve gelecek nesillerini atmakta bir beis görmüyorlar.
Laf yalama oldu; yatay mimarinin kanunu çıkmadığı müddetçe kim ne konuşursa boş konuşuyor.
Hele imar affıyla birlikte yağmalanan o canım beldeleri gördükçe içimiz kan ağlıyor.
Tüm dikeyleri yatay hale getirecek Molla Kasım nerdesin!