Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarından en önemlisi, dünya nizamının alt-üst olması ve tüm güçsüz devletlerin, zorba devletler elinde sömürü aracı olarak tutsak edilmesidir.
Bu savaşın sonunda dünya, kurt taksimi ile pay edilmişti. İmparatorluklar yıkılmış, en büyük yıkım da Osmanlı’da gerçekleşmişti. Zira diğerlerinin yalnızca maddi yapıları parçalanırken, Osmanlı’nın maddesiyle birlikte manası da yok edilmek istenmiştir.
Bugün, dünya üzerinde Hıristiyanlığın Papalığı, sembolik de olsa (!) devlet (Vatikan) olarak varlığını sürdürmektedir. Manevi nüfuzunu ise, tartışmaya bile gerek yoktur.
Yalnızca maddiyat taksiminde bile anlaşamayan Batının zorba devletleri, 2. Büyük savaşa tutuşmuş ve bunun sonucunda da, dünyaya yeniden nizamat vermeye çalışm
Madde ve manasıyla yok edildiği sanılan Osmanlı, külleri üzerinden doğarak; yedi düvele karşı ‘Kurtuluş Savaşı’ vermiş ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.
1919 Paris’teki kurt taksiminden tam yüz sene sonra yine Paris ve tüm aç kurtların gözleri yine Osmanlı’nın eski topraklarında; yani Orta-Doğu’da.
Dün, atlar tepişirken eşekler eziliyordu; bugün ise, vesayet savaşları marifetiyle tepişen de ezilen de eşekler.. Orta-doğu ülkelerinde böylesi
Belediye başkanlığı makamı çok özveri isteyen, meşakkatli ve aynı oranda da kutsal bir görevdir. Zira halkın efendisi, halka hizmet edendir.
Yerel makamlar halkla iç içe olduğundan, bu yöneticiler, yapıp ettikleriyle, tavır ve davranışlarıyla her an halkın gözleri önündedirler. Bundan dolayı da temsil ettikleri partilerinin barometreleridirler.
En kötü yönetici, kibirli olup yanına yaklaşılamayan kişidir; o, bu haliyle derhal halkın nefretini kazanır ve artık ne yapsa beyhudedir (boş).
Demokrasi tarihimiz boyunca halkımız, seçip makama getirdikleriyle pek müşerref olamadı. Zira seçildikten sonra halktan koptular ve makam kapıları halka duvar oldu.
Halka sürekli tepeden baktılar; halkı, halkın ihtiyaçlarını dinleyip tespit etmek ve gereğini yapmak yerine, fildişi kulelerinde ‘vur patlasın-çal oynasın’la zaman öldürdüler.
Belediyelerin kapılarını halka açan ve halka dönük politikalar üreten ilk parti Refah Partisi olmuştur. Özellikle, çöp dağlarının sıralandığı, halkının susuzluk ve havasızlıktan kırıldığı İstanbul şehrinde sergilenen belediye hizmetleri, mahut partiyi merkezi yönetimin iktidarına taşımıştır.
Halk, kendisine yapılan hizmetleri bire bir görüp, tercihini o yönde
Malum, demokrasi hayatımızda parlamenter sistemi işletemedik. Sistem, sürekli kaos ve istikrarsızlığa neden olan koalisyonlar ve daha da vahimi, her on yılda bir darbe üretti.
Dünyadaki diğer parlamenter sistemler darbe üretmiyor da Türkiye’deki sistem neden üretiyor biliyor musunuz? Bizimkisi gerçek manada sistemsizlik de ondan.
Bizdeki ne menem demokratik parlamenter sistemse, halkın seçip başına geçirdiği başbakanı ve bakanlarını asıp, adına da “demokrasi bayramı” demeyi maharet bilmiş.
Halkın liderinin katledilmesi ve kahir ekseriyetinin kan ağlaması, “bayram” olarak ilan ediliyor.
Darağacında sallandırılanlar, gerçekte ne başbakan ve ne de bakanlarıydı; halkın kendisiydi ve halkın yarınlara ait umutlarıydı. Zira bundan böyle gelecek başbakanların makam odaları darağaçlarının gölgesinde kurulacaktı!
Bu halin tipik örneğini, uzun yıllar başbakanlık koltuğunda oturan Süleyman Demirel’in şahsında ve herkesi şaşırtan savrulmuş icraatlarında görmekteyiz.
O Süleyman Demirel ki kâh kömürden elmasa, kâh elmastan kömüre dönüşerek, kendi tabiriyle rodeoculuk oynadı. Huysuz atın üzerinde durmak için çok zorlandı ve çok kez düştü, düşürüldü.
Onca acı tecrübelerden sonra Türkiye, sırtındaki deli g
ABD, dünyanın başlangı-cından beri kurulan hiçbir ülkeye benzemiyor. İstikbalin tarihçisi ABD’yi tarif ederken; milenyum çağının modern görünümlü mafya devleti demek zorunda kalacaktır.
Çünkü ona elini veren kolunu kurtaramıyor!
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya yeniden kurulurken; parselasyonda ülkeler, galip güçler tarafından paylaşılmış; ülkeler, sahip oldukları zenginliklere göre adeta kapanın elinde kalmışlardır.
Malum 1945’teki Yalta Konferansı ile dünya iki kutuplu olarak parsellenmişti. Türkiye, BM Teşkilatı’nın kurucu üyesi ve aynı zamanda Yalta Konferansı’nda sınırları belirlenen iki kutuplu dünyanın, ‘hür’ ‘kapitalist’ kısmında yer almanın karşılığında demokrasiye (çok partili hayata) geçileceği taahhüdünde bulun(durul)muştur. (25 Nisan 1945- San Francisco Konferansı)
Yani biz, öyle iddia edildiği gibi isteyerek ve üzerine atlayarak demokrasiye geçmiş falan değiliz. Bu hali, o günkü idarecilerimizin engin demokrasi tutkularına mal ederler ki, A’dan Z’ye yanlıştır.
BM’lere girmemiz bile, Almanya ve Japonya’ya savaş ilanı etmemiz şartına bağlanmıştır. Nitekim öyle de olmuştur; şart konulan tarihe bir hafta kala (23 Şubat) Türkiye savaş ilanı yapmış ve ancak o şekilde
Şahıs ve devlet planında en kötü şey, güç zehirlenmesine ve dolayısıyla ‘büyüklük’ hastalığına tutulmaktır. Günümüzde bu iğrenç durumun, devlet ölçeğindeki tipik örneğini Amerika Birleşik Devletleri sergilemektedir.
Bu hastalık hali tarihte ilk defa, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, uluslararası bir metinde resmiyet kazandı. O gün bugündür, BM’de beş ülkeye ‘VETO’ hakkı (gerçekte zulüm hakkı) verilmiştir.
Bunun manası şudur: Dünya üzerindeki 192 (BM’de tanınmış) ülkeden 191’i bir şeye evet diyorsa, VETO hakkına sahip bu beş ülkeden biri hayır diyorsa, bunun dediği oluyor! 191 ülkenin isteği olmuyor, o bir ülkenin isteği kabul edilip geçerlilik kazanıyor.
“Bu taksimi kurt yapmaz, kuzulara şah olsa!” Hayvanlar âlemine çok görülüp, zulüm olarak addedilen bu hal, insanlık (!) âleminde pekâlâ kabul görüp, hoş karşılanabiliyor.
Sayın Erdoğan BM Genel Kurulu’nda, liderlerin yüzüne “Dünya beşten büyüktür!” diye haykırdığında, hemen hepsi bön bön bakmakla yetindiler. Birisi çıkıp da bu insan ne söylüyor, bunu dikkate alalım demiyor, diyemiyor!
Zulme ve yalana teslim koca dünya, bindiği alametle kıyamete doğru hızla sürükleniyor!
Aynı ABD, bir yandan terör örgütü PKK’ya her türlü desteği sağlarken,
Öncelikle şu hususun üstünü çizmekte fayda var: Diyanet İşleri Başkanlığı’nı FETÖ’nün uydurduğu ve kelimenin tam anlamıyla bir bidat (dinde, sonradan ibadet diye uydurulan) kokan ‘kutlu doğum haftası’nı, miladi takvime göre olan yanlış ve sapkınlığından çıkartıp, aslına, yani hicri takvime göre belirlemesini tebrik ediyoruz. Zira yanlıştan dönmek erdemliliktir.
Malum, İslam düşmanlarının son oyunu, Hz Peygamber’i (aleyhisselam) adeta postacı konumuna sokup, O’nu, mübarek söz ve davranışlarıyla dinin dışında tutmaktır. Ve O’nun bütün bu söylem ve eylemlerini, kendi devri için gerekli görüp, o en üstün yaratılışı, kıyamete kadar hayatın dışında tutmak istemeleridir.
Halbuki o en üstün ahlak, kıyamete değin örnektir, numunedir ve insanoğlu için en büyük rahmettir. Ahzab suresi, 45-46’ncı ayet-i kerimelerinde mealen: “Ey Peygamber! Elbette ki biz seni (ümmetin üzerine) bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak, hem de Allah’ın izniyle bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik” buyurulmaktadır.
Ayrıca, Muhammed suresi, 32 ve 33’üncü ayet-i kerimelerde de mealen şöyle buyurulmaktadır: “Şüphesiz ki o küfre sapanlar, (insanları) Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine
Ezan İslam dininin şiarıdır, alametidir, işaretidir ve gerçek manada Hakk’a davettir.
Yüksek sesle (insanlara işittirilecek kadar-hoparlör şart değil, hatta lüzumlu da değildir) inanmayanları inanmaya, inananları ise, birliğe-beraberliğe ve bütün ibadetleri içinde toplayan namaza davettir.
Namaz zikirdir ve ibadetlerin özüdür; namazda kul Rabbi ile konuşur ve O’na tazimlerin (saygı) en üstünleri ile ( konuşma-kıraat-, rüku ve secde) ibadet (kulluk) eder.
Böylece kulluğun en yüce makamına erişir, yaratılışının gayesine ulaşır.
Ezan, topluca (cemaatle) bir ve beraberce ibadete çağırdığından; burada hem cenab-ı Hakk’ın birliğine ve hem de Müslümanların yekvücut olmaları gerektiğine işaret ve onları gafletten uyandırmak ve gerekli bir tenbih-ikaz vardır.
Ezan, dünyanın her yerinde asli dili ile okunur. Hangi dil ve renkte olurlarla olsunlar tüm insanlar, ezandaki bu ortak dili bilir ve anlarlar. Zira herkes tarafından kolayca tanınabilir ve ifade ettiği mesaj da yine herkes tarafından kolayca anlaşılır.
Ezanı, asli dilinden başka dillerde okumak, onu çığırından çıkarmak, saptırmak ve özünü dejenere etmektir. Bakın nasıl?
En başından söyleyelim ki; ‘Allühü ekber’in karşılığı Tanrı uludur deme
Suudi Arabistan yalnız bugün değil, kurulduğu günden beri uydu (uşak) konumunda bir ülkedir. Dolayısıyla, elinde bulundurduğu petrol nimetini, asla halkının çıkarları doğrultusunda kullanmadı, kullanmıyor ve daha önemlisi
kullanamaz.
Bir kere şu hususun üstünü kalın çizgiyle çizmekte fayda var: Ortadoğu’daki hiçbir ülkenin rejimlerinin ne oldukları Batı’nın umurunda değildir. Onların tek hedefi sömürmektir; etini yedikleri tavuğun kümesinin darlığına veya genişliğine bakmazlar. Kümesteki horozun, kendilerine olan itaatine bakarlar; bağlılık tamsa, gerisi teferruattır.
İngiliz, vaktiyle bunları kandırıp Osmanlı’ya ihanet ettirirken, en büyük kötülüğü muazzez dinimize yaptılar. Vehhabilik gibi sapık bir mezhep (daha ziyade siyasi bir oluşum) uydurarak, kendinden olmayanları kâfir ilan ettiler.
Ellerindeki muazzam para gücüyle de, bu sapık inanışlarını diğer İslam beldelerine yaydılar ve halen de yaymaya devam ediyorlar. Bizim ülkemizde de birçok kişi bu sapık cereyanın tesirinde kalarak, hezeyan saçmaktadır.
Özellikle Mısır’da, Suudi Arabistan’da, Bağdat’ta, vb. ilahiyat okuyan Türk öğrenciler, oralarda aldıkları zehri, bizim memleketimizdeki imam-hatip liselerinde, ilahiyat