<#comment>#comment>Pazar gecesi derbi maçından evvel şöyle bir sahadaki çizginin dışına çıkın. Maçtan sorumlu 22 futbolcunun dışında iki sorumlu kişi daha göreceksiniz. Sinirli, huzursuz ve hırslı. Hayatları adeta sahadaki maça bağlı. Kim bunlar; takımların teknik direktörleri. Biri, Almanya’da şöhretin zirvesine çıkmışken kalkmış gelip bize sığınmış. Özel bir probleminden dolayı. Bütün oyunlarda olduğu gibi bu maçta da aklı hep uzaktan gelecek bir haberde. Tıpkı bir roman hikayesi gibi. Suçlu veya suçsuz. Bu yüzden morali yerinde mi bilinmez. Ama nedense maçı yüksek morali olanın kazanacağını oyuncularına aşılamaya çalışıyor. Ne kadar inandırıcı olduğu şüpheli. Çünkü ne hikmetse her zaman yaptığı gibi rakibi hep daha şanslı görüyor. Bu ne biçim moral pompalama. Anlaşılmaz kompleksi mi, taktik mi dersiniz?
Neyse, geçelim öteki adama. O ise Almanya’daki takımı tepetaklak olunca yolunu şaşırıp İstanbul’a gelmiş. Şans işte. Kendini bir daha ispatlama şansı. Herkese kısmet olmaz ya... Bunun için elinden geleni yapıyor ama sözlü. Almanya uzak ya, biz de birşey bilmiyoruz ya, kendi mazisini bırakmış kendinden evvelki teknik direktörün mazisini karıştırıyor. Yenildiği maçlardan eski teknik
<#comment>#comment>Sporda, kavga toplumu muyuz, yoksa barış mı? Doğrusu, gazete başlıklarını okuyunca, insanın doğru cevap için tereddütleri oluyor. Büyüklerimiz affetsinler ama, çok laf üretiyoruz.
Renkler ve zevkler tartışılmaz dememize rağmen, onu bile kutuplaştırdık. Politikadaki büyüklerimiz rey kavgası ile laf ebesi olabilirler. Bu, bütün dünya politikacıları için de geçerlidir. Ama sporda? Yetkililer ve yetkisizler üzerlerindeki sorumluluğu unutup, birbirlerine girerlerse, tribündeki adamı ne kadar tahrik ettiklerini niçin unuturlar, niçin düşünmezler. Şampiyonluğa giden şu kısa yolda, her söz taraftarı sonsuz ilgilendiriyor. Açıklamalar ve karşı açıklamalar taraftarı, taraftara karşı adeta mıknatısın iki kutbu gibi itiyor, ateşliyor. Birbirine karşı adeta saldırgan hale getiriyor. Maalesef, yanlış bir söz gelecekte, tribünleri harekete geçirebilir ve bu şampiyonluğun güzelliğine de leke düşürebilir.
<#comment>#comment>Bugünlerde maşallah hiç mi hiç problemimiz yok! Ne kulüplerin dolar borçları, ne hakem skandalları, ne de şeytana tapan ekonomik kriz. Varsa yoksa bir elimizde cımbız, bir elimizde ayna. Geçmiş tarih sayfalarında tozlanmış ve gizlenmiş yıldızları arıyoruz. Umurumuzda mı dünya.
Sonra bu yıldızlar öyle kuyruklu yıldız da değiller. Tıpkı Amerikan bayrağındaki yıldızlar gibi hakiki yıldızlar. Kudretli kulüplerin, şampiyon kulüplerin formalarına canlı kanlı işlenecek yıldızlar. Bir anlamda sahaya çıkınca karşı takımı ürkütecek yıldızlar. Anlayacağınız futbolumuzda da artık bir yıldızlar savaşı var.
Kimde yıldız fazlaysa kudret de onda. Tıpkı Sovyet mareşallerinin korkutucu madalya ve yıldızları gibi. Tabii bu yıldızlarla sahadaki yıldızlar arasında pozitif bir paralellik var mı? İşte o bilinmez. Çünkü Şükrüler’in, Metinler’in, Lefterler’in formalarında yıldızlar yoktu ama onlar sahada hakiki birer yıldızdılar.
<#comment>#comment>Lucescu bizden biraz daha Avrupalı. Yenilgiyi bir tek kelime ile açıkladı: Telaş...
Bir mağlubiyeti açıklayabilen tek psikolojik sözcük. Dış basın da böyle söylüyor.
Ne var ki, maç sonrası yazılan tonlarla yerli yazının hepsi bizi teselli etmekten öteye geçmiyor. Ama işin bir bilimsel yönü olmalı.
Bu takım yabancı sahada oynadığı çok zorlu maçlarda hep öne geçmişken, sonunda neden berabere kalıyordu. Takımı, telaşcılıktan kurtaracak ve ruhsal yapısını dengeleyecek psikologlar yok muydu?
Çünkü tıpkı Avrupa’ya girmeye ve Avrupalı olmaya yönelik politik hayatımızdaki telaş gibi, futbolumuzdaki telaş da başımıza iş açıyor.
Yöneticilerin, bir başka deyişle idarecilerin hadi aslanlar deyip sırt okşayarak, sıvazlıyarak çocukları sahaya sürmesi ne kadar yeterli. Doğrusu, Galatasaraylı futbolcuların maçtan evvelki 48 saatlerini nasıl geçirdiklerini psikolojik açıdan incelemek enteresan olacaktır.
<#comment>#comment>Görünen o ki, bilhassa derbi maçlarında futbolcularımızın ayakları birbirine dolanıyor. Bakın mesela Galatasaray’a... Yabancı maçlarda hakikaten aslan kesiliyor. İçeride ise zaman zaman pısırık bir kedi gibi. Eh, şimde gelin de teknik adamlara ve spor yazarlarına sormayın... Neden bu böyle diye...
Haa, onun sebebi şu; korku dağları... Aman manasız gol yemeyelim. Adam adama markaj yapalım. Karşı kalede değil, kendi kalemizde çoğalalım deyip oyunlar hiç ediliyor. Peki bu korkunun sebebi ne? Spor psikolojisinden yola çıkarsanız bu basından ve seyirciden manasız korkmak demektir. Hele hele bu korku teknik direktöre de bulaşmışsa...
Ama bize sorarsanız, maçlardan evvel günlerce tamtamlar çalınan derbi karşılaşmaları bu korkular yüzünden sonradan arap saçına dönüyor, saç ve baş yolduruyor. İş beraberlik veya bir gol ile geçiştirilirse sevinç ayyuka çıkıyor. Olan tabii staddaki ve televizyonlardaki seyirciye oluyor. Esasında doğrusu bu korku dağlarını aşmak olmalıdır. Sporu çirkinleştirmek yerine güzelleştirmek anlamında...
<#comment>#comment>Bizimle dalga geçiyor. Kimler mi, neden mi? Açın spor sayfalarını kimler olduğunu görürsünüz. En tepedekiler...
Mesela; bakın başkanımız neler demiş: "Yüreğinizle oynayın. Sonra karışmam ha, yoksa bazılarınız gidecek." Teknik direktör ise, oyuncuları sıkıca dayanıklılık ve yorgunluk testinden geçirmiş. Neden mi? İhtiyar ya bunların bazısı...
Eh, şimdi gelin de sormayın bakalım. Oynamak için yürek mi lazım, adale mi? Böyle bir paradox iş. Anlayan beri gelsin, söylesin. Gelelim diğer bir teknik adama. O da fırça çekip, tehdit etmiş. "Sorumsuzluğa devam ederseniz, sizi kapı önüne korum" buyurmuş. Ya oyuncular, pardon futbolcular, idarecilere haber yollamışlar. "Biz karşılığını verdik, alacağımızı isteriz." Bak bak, kazan kaldırma şekline...
Demek ki, buradaki mesele daha da karışık. Problem adalede ve yürekte değil, parada.
Anlaşılıyor ki, şikeyi boş verin. Futbolumuzdaki terazi yürek, adale ve para ile dengeleniyor. Biz saflar, güzel futbol seyredelim diye stadlara gider, televizyon karşısında biralarımızı içerken, birileri de bizimle herhalde dalgalarını geçiyor, olmalılar.
<#comment>#comment>Adamları yerden yere vuruyoruz. Neler söylemiyoruz ki... Hele hele aramızda öyleleri var ki, mangalda kül bırakmıyorlar. Kimler için mi? Büyük takımların teknik direktörleri hakkında... Sanki teknik adam yalnız bizmişiz ki ahkam kesiyoruz. Şunu iyi yaptı, şunu kötü yaptı. Şöyle yapsaydı daha iyi olurdu gibi...
Spor edebiyatı böyle işte. Ve bu arada kullandığımız sıfatlarda da bir türlü ahenk ve denge kuramıyoruz. Zira toplumsal olarak heyecanlarımızı kontrolde güçlük çekiyoruz. Bugün çok iyi, yarın ise çok kötüye kolaylıkla ve çabukça kutup değiştirtebiliyoruz. Ama bilhassa bir kelime var ki, nedense onu kullanmayı çok seviyoruz. Tabii işler iyi gittiğinde. Gelsin o zaman tecrübeli teknik direktör. Tecrübeli teknik direktör dedi ki, tecrübeli teknik direktör söyledi gibilerden. Ah şu kendimizi alim sayıp heyecanlarımıza mağlup olan tecrübesizliğimiz yok mu?
<#comment>#comment>Geçen gün Daum, bir Beşiktaş maçından sonra kötü oynanan oyunun bioritmik bozukluktan ileri geldiğini söyleyiverdi. Çünkü çocuklar maçları hep akşam oynadıklarından öğle maçına uyum sağlayamamışlardı. Yok yahu. Aklımızı karıştırmanın bir manası var mı şimdi. Yok bio imiş, yok mio. Çık sahaya oyna işte...
Ya şimdi biri çıkıp milli takımımızın deneme maçlarında biopsişik yapısı bozuluyor, o yüzden hep yeniliyoruz derse ne olacak.
İster misiniz bu duruma bozulan ve köpüren federasyon başkanımız futbolcularımıza psikologları ile Freudizm metodları uygulasın.
Ancak böylece, deneme maçlarında daima yenilmemize sebep olan şuuraltı faktörleri açıklanabilir. Yoksa hepsi yabancı olan kelimeler, sözcükler, biolar, ritmler, psikolar bize vız gelir. Öyle kolay kolay uyum dengemizi bozamazlar.
Yeniden hatırlatalım dedik, ilahi Daum!