<#comment>#comment>Futbol, futbol... Gece gündüz... Sabah akşam... Günlerce. Televizyonlarda birinci haber. Gazetelerin manşetleri dolu dolu. Cumhurbaşkanları, başbakanlar tribünlerde. Yüzbinler, milyonlar sokaklarda. Ve derken birden bire bir boşluk. Ne biranın, ne politik haberlerin, ne ekonominin tadı var. Tıpkı uyuşturucuya alışmış adam gibi futbol hastası. Ah şu ligler bir başlasa, anlaşılan ancak o zaman biranın tadı, televizyonun tadı, hatta politikanın tadı ve ekonominin tadı geri gelecek.
Rakı şişesinde balık olmak....
Şair böyle söylerken, balığın ne kadar mesut ve şen olduğunu mu kast ediyordu acaba?
Yabancı ülkede Türk olmak ve her televizyon ile radyo yayınında Türkiye ile Türkler’den bahsedildiğini duymak nasıl bir his; açıklaması zor. Ama bu duygu insanı mest ediyor. Balık gibi...
Ah şu futbol!... Meğerse sen nelere kadir mişsin...
<#comment>#comment>Başarı sporunda, heyecanların kontrolü için, çeşitli eğitim metodları geliştirilmiştir.
Modern mücadele sporlarında, sporcunun sinir sisteminin her türlü dış etkenlere karşı eğitilmesi gereği vardır.
Eğer sinir sistemi ve adele sistemi, sportif teknikle parallelik göstermiyorsa, bu takdirde panik sendromları ortaya çıkmaktadır. Bu da sporcunun ve takım halinde sporcuların, davranışlarını etkilemekte ve ortaya istenmeyen olaylar çıkmaktadır.
Dengeli bir spor yapısına sahip olmak, daha açık bir deyişle, psikolojik eğitimden geçmek, bilhassa futbol gibi kişi kişiye mücadeleyi gerektiren sporlarda başarı için ön şarttır. Böyle olmadığı takdirde, gergin sinir sistemi, sporcuyu tatsız, anlamsız ataklara götürmekte, sarı veya kırmızı kart görmesine yol açmaktadır.
Dünya Kupası karşılaşmalarında, birkaçı hariç, takımların teknik gücü birbirlerine çok yakın görünmektedir ve terazide eşit şartlara sahip ekiplerin kazanma şartı, sinir sistemi dengeli olan tarafa kaymaktadır.
Almanya - İrlanda maçı buna bir misaldir. Son dakikalarda, Alman Milli Takımı’nın paniğe kapılması, manasız bir gol yemelerine yol açmıştır. Görülüyor ki, önümüzdeki maçlarda
<#comment>#comment>Su ara herhalde kişileri ele almadan yazı yazmak en iyisi. Ta ki Dünya Kupası’na kadar. Kritiksiz, kimseyi anmadan, sevmeden, üzmeden ve övmeden. Veya hayal haber üretmeden.
Moral depolamak için, tabii ki futbolumuzun ehil ve iyi ellerde olduğunu söylemek gerekir. Ama yine de bir nokta çok mühim. Eski ağabeylerimizin dediği gibi, şişmeden oynamak, evet 90 dakika şişmeden oynamak ve enerji deposunu iyi dengelemek çok önemli. Hele hele böyle sinir savaşı yapılan kupalarda.
Spor yazarlığının daha henüz edebileşmediği yıllarda kondisyonun kötü olduğunu göstermek için "takım çabuk şişti" denirdi. Tabii burada en mühim yük müdafada. Bu tazıların şişmemesi ve adam adama 90 dakika koşabilmeleri şart. Çünkü şişince taktikten ve alan kapamaktan kopuverir insan. Çoğu zaman da goller bu sırada yeniyor. Şişmemek için, tabii ki sportif diyete çok dikkat etmek gerekir. Adeta teraziye çıkan güreşçi gibi... Eh, görüyorsunuz teknik adam olmayınca, kritik yazı yazmak şansı da yoksa, çok önemli ve kritik noktalara, uzaktan uzağa dokunmak böyle olur işte. Tıpkı, konu bulamayınca, spor yazan politik köşe yazarı gibi...
<#comment>#comment>Görülüyor ki, futbol bütün sporların içinde şansın en büyük rol oynadığı bir spordur. Buna bir örnek vermek gerekirse, Bayer Leverkusen takımı gösterilebilir. Bütün bir yıl boyunca Avrupa’nın en iyi futbol oynayan bu takımı Şampiyonlar Ligi’nde ikinci, Alman Ligi’nde ikinci ve yine kupada ikinci oldu. Bütün bu final maçlarında da en iyi oynayan takım gösterildi.
Futbol bu... Futbol ilahları istemezse olmuyor işte. Acaba şimdi, Leverkusenliler’in aklından "neredesin Daum" (wo bist du herr Daum) demek geçiyor mu? Çünkü o, şu kokain problemi olmasaydı hala bu takımın başında olacaktı. Ve bu takımı, bu noktaya kadar o getirmişti. Anlaşılan top yuvarlaktır sözcüğü teknik direktörleri ve futbolcuları da kapsamı içine almaktadır. Ve onlar da bu şans oyunu içinde oradan oraya yuvarlanıp gitmektedirler. Kale direklerinden dönen toplar gibi.
<#comment>#comment>İnsanları inanılmaz derecede üzebilecek olay çok başarılı oldukları bir sırada görevden alınmalıdır. Böyle bir durumda, psikolojik açıdan iç dünyada esen fırtınaları başkası yaşamadıkça tasavvur edemez, bilemez, düşünemez. Bu fırtınaları Lucescu da, Fatih Terim de kendi başlarına yaşadılar. Ama, ne yapalım profesyonellik bu işte.
Her ikisinin de karakter yapılarının, yıkılmamalarına göre ne kadar sağlam olduğunu kabul etmeliyiz. Bu hal adeta insanı yeni bir motivasyonla daha yırtıcı, daha yapıcı olmaya zorlar. Bu yüzden biz şimdi bir ümit içindeyiz. İnşallah Lucescu, Beşiktaş’la anlaşır da, bu iki otoritenin içlerindeki hırsı, yenilmezliği karşılıklı gösterme imkânı ortaya çıkar. Ve böyle bir lige, artık Süper Lig değil, XXL lig demek gerekir.
<#comment>#comment>Eh, işte nihayet şu ligler, süper maçlar artık hayırlısı ile bitiyor. Ve inşallah karşılıklı atışmalar, itişip kakışmalar da sona erer de, huzura kavuşuruz. Böylece spor, spor diye düğümlendiğimiz şu futbolu da biraz arkada bırakırız, Dünya Kupası’na kadar.
Bugün burada bahsetmek istediğimiz bir spor paneli (*). Bu panelden anlaşılıyor ki, artık spor ilmi deyince, yalnızca hareket ilminden bahsetmek gerekiyor. Evet, bildiğimiz hareket. Gençlerimiz internet ve televizyon karşısında fast food yiyerek gittikçe hamlaşıyor. Ve bu yüzden spor derken, hareketi anlıyoruz veya anlamamız gerekiyor. Nasıl olursa olsun hareket. Günde 2 - 3 kilometre yürümek gibi. Yoksa yavaş yavaş beyin ve kalp damarlarına "by pass" yaşı yakında 40 altına düşmez ise şaşmayın.
Hareket ilmi içine, bu yüzden tıp, psikoloji, beslenme, filozofi de giriyor. Kızmayın ama, sadece futbol değil!
(*): Çocuk ve Spor: Prof. Dr. Stefan Grössing. 01.05.2002. Spor ilmi gelecekte hareket ilmine dönüşecektir.
<#comment>#comment>Dilimizde ne hikmetse sık kullanılan "Allah aklımızı korusun", "Allah akıl versin", "Allah sabır versin" gibi sözcükler vardır. Bunlar galiba sinir sistemimize pek güvenmediğimizden kaynaklanıyor. Son günlerde futbol arenasında yaşadıklarımızı görünce doğrusu bu sözcüklerle Allah’a sığınmak ihtiyacını duyduk. Hele hele bu streslere dayanmak için karakollarda Mozart senfonilerinin 24 saat çalınması gibi bir davranışa geçsek bile halimiz hiç de parlak değil. Böyle bir savaşta hiç kimsenin yara almaması da düşünülemez. Futbolcusu da, televizyon seyircisi de, sahadaki seyirci de, hakem de, taraftar da, hatta başkanlar ve federasyon da...
Söz düellolarından tam siper olduk. Kızdığımızda nedense terazinin dengesi tutmuyor. Ve yine nedense ben adamı fena yaparım diyoruz. Tabii yukarıdaki böyle yaparsa alttaki neler yapmaz. Konuşmaları yasaklanan oyuncular da içlerindeki ateşi sahada dirsek veya tekme atmakla söndürmeye çalışıyorlar. Başkan ağabeyleri gibi sözcüklerle değil. Ya bu hiddet ve şiddetleri Güney Kore’de de devam ederse ne olur? Eh o zaman da elimizde yine bir sözcüğümüz daha var: "Allah korusun..."
Çok üzülürsek, sinirlerimiz bozulursa bu sefer Mozart’ı