<#comment>#comment>Evet, görevimiz tehlike. Yalnız viyadüklerin, köprülerin ve çarpık binaların altında değil. Aynı zamanda futbolda da tehlike var. Ne var ki, öteden beri tehlike ile yatıp kalkmaya alışmış bir toplumuz.
Maalesef deprem olacağını tekrarlayan yetkililer bir türlü ev ödevlerini kimin yapması gerektiğinde hem fikir değiller. Tıpkı futboldaki gibi. Tribünlerdeki tehlike çanlarına kulaklarını tıkayan yine saygı değer yetkililer ve spor sorumluları, dengesiz bir şekilde bir bardak suda birbirlerine acaip dersler (!) vermeye çalışıyorlar. Deneyin gitsin.
Tribünlerde oturup, oh yahu ne güzel oynadılar, ne güzel oyunu seyrettik, yensek de yenilsek de ne gam, bizim için spor sadece bir temaşa zevkidir diyen var mı?
Geçen gün bir meslektaşım, "Oğlum futbol hastası. Maça göndermeye korkuyoruz. Gelene kadar anası ile dokuz doğuruyoruz" demez mi...
Toplum böyle düşünürken yetkililer ev derslerini yapmıyorlar. Bırakın yapmayı, bir de karalıyorlar...
<#comment>#comment>Bizde problemler günlük olur, şişerler. Ve sonra bakarsınız bir balon gibi sönerler. Mesela ah şu hakem problemleri. Ne oldu yabancı hakem ithal edelim diyenlere. Şişen kurbağaya döndüler galiba. Sönüp gittiler. Doğrusu da buydu zaten.
Esasında biz yerlilerden şikayetçiydik. Adamcağızlar için her şeyi söyleyip, durduk. Sonra... Sonrası yok. Dünya Kupası’na hakemlerimizin ihraç edilmemesini onur problemi yaptık. Öyle ya, hakemlerimizin kalitesi mi bozuktu, yoksa Dünya spor otoriteleri bizi unutmuş muydular? Hep böyle olur zaten. Bizi unuturlarsa kabaramazsın, kel fatma gibi kızarız. Sonrası hiç. Eh aklımıza geldi de soralım dedik. Bizim maçları dışarıda veya içeride yürüten yabancı hakemleri maçları kaybedince birkaçı hariç az mı hırpaladık... Terbiyesiz Fransız, ahlaksız İtalyan, düşman Alman veya Hollandalı gibi. Anlaşılan ekonomimizde olduğu gibi sporda da ihracat ve ithalat dengelerimizde bayağı psikolojik problemler var.
<#comment>#comment>Eskilerde, Beşiktaşlılar’ı kızdırmak için "hadi ordan arabacılar sizi" denilirdi. Bazılarımız üzülür, kızardık ki, sormayın gitsin nedense ?
Sanki arabacı olmak, kötü bir işmiş gibi...
Yıllar geçti. Arabacılar da motorize dünyada kayboldu denilebilir. O yüzden, Beşiktaşlılar’a da bu sıfatı artık kimse yakıştıramaz oldu. Unutulup, gitti.
Derken bir büyüğümüz, doğru ise, ne hikmetse kendisine Beşiktaş şapkası ve forması giydirilince, "Beni arabacılar Beşiktaşlı yaptı, yoksa ben fanatik Beşiktaşlı değilim" deyivermiş. Pişmanlık belirtisi mi, yoksa diplomasi hatası mı veya övünme vesilesi mi orası bilinmez. Çünkü ne de olsa büyüğümüz diplomasiden gelmiyor. Ama öyle görülüyor ki, artık arabacılık tarihe karıştığına göre, şimdilerde arabacıların yaptığı Beşiktaşlı olmak hakikaten bir ayrıcalık. Ve iftihar vesilesi. Hatta bizce, Beşiktaşlılar’ı arabacılıktan evvel ve sonrası Beşiktaşlılar diye de iki gruba ayırmak mümkün. Neden olmasın ?
Arabacılar ve Kara Kartallar gibi...
<#comment>#comment>Geçen haftaki yazımızı biraz uzun karalamışız, nedense... Okuyucularımızdan fırça yedik. O kadar uzun yazılır mı diye... Dava büyükse, gel de kısa yaz. Ama ne yapalım, alıştırmışız bir kere, tam elli iki yıl...
Hakemlerimiz, Dünya Kupası’nda adları geçmiyor diye ateş püskürüyorlar. Belki de haklılar. Hakem nasıl tarif edilir; özellikleri ile... Tarafsız, otoriter, hissi olmadan maç yürüten kişilik.
Peki neden ülkemizde herkes hemen her maçtan sonra, ‘hakem bizi yaktı’ diye feryat ediyor... Eh, bir kere adın kötüye çıkmasın diyebilirsiniz. Ama biliyorsunuz ki, artık takımlarımız Dünya çapında bir şöhrete ulaştı. İçimizde yabancı teknik direktörler, yabancı personel, yabancı oyuncular var. Böyle olunca, Dünya’nın bir diğer ucundaki sağır sultana birileri, haklı veya haksız bu kötü şöhreti fısıldıyor olamaz mı ? Ne dersiniz ?
Of, yine uzattık galiba...
<#comment>#comment>Maziyi bırak geleceğe bak. Bütün yöneticiler nedense hep böyle söylerler. Ekonomide de, politikada da, sporda da. Geriye bakma, geleceğe ümit bağla derler. Hakiki yaşam filozofisi. Size ne adamın mazisinden.
İşte bir büyüğümüz böyle söylüyor... Biz seçtik, siz de bize anlayış gösterin demeye getiriyor. Esasında doğru da. Nedense bizim kalemlerimiz hep elimizi gıdıklar, kaşır. Sansasyona meraklıyızdır. Kendimize kibarca sansür uygulamayız. Başarıda bekle gör prensibini pek fazla sevmeyiz. Esasında her adamın bir yere geldiğinde kariyeri nedir diye araştırılabilir, araştırılmalıdır da. Şimdiye kadar Fatih Terim, Mustafa Denizli görevlerinden alınmadılar mı? Eh şimdi kariyerlerini günahları ve sevapları ile silecek miyiz? Hiçe mi sayacağız. Gelecekte yine başarılı olmayacaklarını kim söyleyebilir. O yüzden diyoruz ki, kalem kaşıntılarımızı hislerimize göre değil, mantığa ve bilgiye göre uygulamalı, endekslemeliyiz.
Baksanıza zaten adamcağız hava meydanındaki karşılamayı görünce kendini kral gibi sanmıştır. Biz de adamı kral gibi karşılayınca niçin işini kral gibi yapmasına fırsat vermeyelim... Gelecek hem onun, hem bizim elimizde. Ama biliyoruz ki, elalemin ağzı
<#comment>#comment>Son günlerde gözden kaçan büyük ama çok büyük yanlışlıklar var.
Şimdi yapılıyor mu bilmiyorum amma, bizim gençliğimizde okullarda münazaralar yapılırdı: Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar diye birbirimizle kapışırdık. Eh, gelin şimdi konumuza yeni bir münazara sorusu ile girelim. Soru şu: Toplum mu kişileri, kişiler mi toplumu yaratır. Ne dersiniz? Bakalım yumurtaları kırmadan bu sorunun üstesinden gelebilecek misiniz?
Zira biz, evet biz tek tek hep kişileri ele alıyoruz. Kötü politikacı, kötü hakem, kötü futbolcu, kötü yazar, kötü öğretim üyesi, kötü başkan... Say sayabildiğin kadar. Ama kimse çıkıp, yumurta misali, içinde bulunduğumuz toplumu sorgulamıyor. Yahu, bu yarattığımız kötülerde, hiç toplumsal sorumluluğumuz yok mu? Sahaya inenleri bırak, trafiğe bak kafi...
Şimdi münazarayı bırakalım da soralım: Acaba niye böyle bir yumurtadan çıkan civcivlere bakıyor, şaşırıyor ve üzülüyoruz.
<#comment>#comment>Dünya otomobil yazarları, her yıl oturup, dünyanın en iyi otosunu seçerler. Ama, bu arada ikinci bir seçimleri de vardır: En kötü arabayı bulmak! Birinciye verilen altın portakalın yanında, en kötüye de yenilip, yutulmaz anlamına ekşi limon verirler.
Yani kurunun yanında, yaşı da yakarlar. Aradaki fark belli olsun diye...
Bildiğiniz gibi, gazetemiz uzun yıllardan beri her yıl, yılın en iyi spor adamını seçmektedir.
Bunu da reyleri ile okuyucularımız belirlerler. Hem de en iyi, en tarafsız bir şekilde... Peki, okuyucularımıza yılın en iyi spor adamını seçtirirken bir de en kötüyü bulun deseydik!... Kimi seçerlerdi acaba... Hele hele bugünlerde...
Gülmeyin canım... Bir defa seçelim demiş bulunduk. Kötü bir niyetimiz yok ki...
Siz, biliyorsanız ne yapalım yani!...
<#comment>#comment>Ah, şu kahrolası alınganlık huyumuz.
Bu huyumuzun altında yatan başlıca sebep de tenkite hiç tahammüllü olmamamız.
Hele hele birisi bizi haklı haksız tenkid edivere görsün, hemen ipini çekiveririz.
İpini çeksek iyi de, adamın canına da okuruz. Baba Lucescu’nun tenkitine tahümmül edemedik demek de ne demek oluyor? Yani yöneticinin dokunulmazlığı mı var? Ha burada tenkit edebileceğimiz bir özelliğimiz daha var. Aman ne olur alınmayın, söyleyelim. Biz öyle sosyal yönden bir araya gelip, oturup karşılıklı dertlerimizi, problemlerimizi tartışmasını pek sevmeyiz. Orada, burada, basında, arkadaş toplantılarında söylenip, atıp durur, sonra da birden bire ne hikmetse kucaklaşırız.
Ne tuhaftır ki, bu huyumuza iş başına getirdiğimiz yabancılar da çok çabuk uyuyorlar. Yahut da başka çareleri yok. Evvela cart curt edip, sonra su yoluna giriyorlar. Yoksa ipleri çekiliverir ha!
Karagöz - Hacivat perdesi gibi. Yıktın perdeyi, eyledin viran... Gidip, ustama haber vereyim... Ver de, hani ustayı bulursan...