Bunun adı “derin motivasyon”!..
“Öl ya da ayağa kalk” modeli!..
“Bitti desek de inanmayın” tavrı...
Avrupa Şampiyonası’nda düşman bulamayan Millilerimiz muhtaç olduğu gerilimi takımın içinde yarattı...
En netamelisinden primler, saygıda kusurlara kadar götürdüler işi.
Yetmedi Teknik Direktör Terim yapmadığını yaptı ve futbolculara veryansın gitti...
Tam kepengi kapatıyorduk ki...
Ne demiş filozof?..
“Dostluk o kadar kıymetli bir şeydir ki, araya para girmese ömür boyu sürebilir”!..
Milli Takım’daki dostluk ve dayanışmanın “prim” nedeniyle bozulması, son derece doğal filozofa göre...
Bize niye tuhaf geliyor ki?
Sanki, ezici çoğunluğu çıkar uğruna değerlerinden vazgeçen bizler değiliz...
Milli Takım da bizim parçamız işte!
Ucunda para ve yükselme hırsı varsa kavga da ederler, kumpas da kurarlar, pusu da...
Az gittik uz gittik, Hırvat deresinde battık, İspanyol tepesinde tükendik ve bir arpa boyu futbol oynamadan yine “mucize”nin kapısına dayandık!..
“Çek maçında bir daha”!
Başka türlü kalamayız Fransa’da…
Hırvatlara karşı fiziken ve ruhen dökülen Milli Takım’ın, İspanya gibi topu zimmetine geçirip rakibini pas manyağı yapan bir fenomenden galibiyet veya puan çıkarmasını bekleyemezdik tabi.
İlk yarım saat direndik. Son yarım saat “bitse de gitsek” dedik.
Adamlar sağımızı otoban yaptı ve üç yedik.
Zaten İspanya maçı bizim açımızdan puan değil oyunu düzeltme, gerçek performansı yakalama sınavıydı.
Madem ki, siyasete futbol taraftarı gibi yaklaşıyoruz, futbola da siyasi bakmalıyız! Ama uluslararası siyaset dürbününden... Fayda ve çıkar gözlüğünden. Kızmadan, küsmeden, dikleşmeden.
Çünkü musluğun başındayız.
Nedir Avrupa Şampiyonası’nın getirileri bize?
Bir kere o masadayız...
Söz hakkımız var. Sözümüzü dinletme şansımız var.
Cari açık, gelir dağılımı, inanç, eğitim, jeopolitik falan ciddiye alınmaz bu masada. Sadece ifadeye bakılır... Niyetini, hedefini, yöntemini usturuplu bir şekilde belirtmeye... Gerekiyorsa “gücünü kullanmak” bile serbesttir sahada. Ama topa!
Nasıl konuşacağız peki?
Önce şunu söyleyelim; neredeyse üç puanla bile çıkılacak bu gurupta henüz kaybettiğimiz bir şey yok... İkinci olarak, Fatih Terim ve talebelerinin yüreğimizi ağzımıza getirmeden tıkır tıkır yürüdüğü bir şampiyona tarihimizde yok!
Alıştık buna... Şerbetliyiz... Hatta bir turnuvaya mağlubiyetle başlamasak şaşırırız, dengemiz bozulur sonra. Sistem belli... Önce sendeleme, sonra eleştiri, eleştiriye tepki, kenetlenme ve zafer... Artık bu bir davranış şekli oldu Milli Takımımız için. Ama tuzağa düşmeyeceğiz bu sefer... Onlar “bitti” demeden biz “başlamayacağız”!.. Eleştiri yok. Terim’in dediği gibi en önemlisi Fransa’da olmak. Gruptan çıkmak mı?.. Hele ikinci maç İspanya gibi bir dev ekolle... Görürsünüz, Terim ve milliler bulacaktır bir çaresini. Tarzımız böyle!
Açık söyleyelim, tek gole bakmayın; Hırvat Milli Takımı, bizi evire çevire yendi.
Nasıl ve neden mi?..
Sahadaki iki milli takım da benzer formatta oynayarak sonuca gitmeyi hedeflemişti. Topa sahip olmak ve oyunu domine etmek amacıyla sahaya çıkmışlardı. Kanatlara çok iş düşüyordu. Savunmalar dört dörtlük değildi. Ortak taktik, “biz futbolumuzu oynarız, rakip düşünsün” şeklindeydi. Belki arkaya kaçan Burak faydalı olabilirdi
Hiç de komik değildi... Ama İkinci Dünya Savaşı tarihine ilgi duyan bir insan olarak Almanya tarafından “soykırımla” suçlanmak, “tiksinmeden çok anlatana acıma duygusu ağır basan o salakça fıkralar gibi” acı acı güldürdü beni.
Gözümün önüne konsantrasyon kamplarında gazlanan kurbanlardan sökülmüş kamyonet kasasını dolduracak kadar mebzul miktarda altın dişler geldi.
Polonya’daki Auschwitz’de, Avusturya’daki Mauthausen-Gusen’de, Almanya’daki Buchenwald’da ve Dachau’da çalı çırpı kadar kalmış, çalı çırpı gibi üst üste yığılmış açlıktan işkenceden ölmüş kurban fotoğrafları...
Tasarruf için kafa kafaya yaslanmış günahsızları tek kurşunla öldürmek gibi psikopat Nazi fikirleri.
Yahudiler, Çingeneler, Slavlar, eşcinseller - hatta engelli Almanlara bile- tarihin en sistematik soykırımını yapanlar, mecliste karar verdiler ki, bizim ceddimiz de onlar gibiymiş!
Ev kadınına “fahişe” diye hakaret eden hayat kadını gibi...
Avuçlarını yalarlar.
Galatasaray Başkanı Dursun Özbek lisenin Geleneksel Pilav Günü’nde “Bana bundan sonra futbol ve transferle ilgili soru sormayın. Alp Yalman sizin için doğru adres olacaktır” dedi.
Ne var bunda demeyin!.. Bunun adı “yetki ve sorumluluk devri”.
Alp Yalman kulüpte çalışmaya başlayan bir profesyonel değil ki, “onun yaptıkları benim haneme yazılır” diye rahat rahat onu adres gösteriyor sayın Özbek...
Alp Yalman da eski bir başkan. Yani onun bilançosu ayrı.
Transferi başarırsa, Florya’yı yoluna koyarsa, iyi bir de hoca bulursa, kimse “bravo Dursun Başkan’a” demeyecek; “Alp Yalman varken Dursun Özbek’e ne gerek var” diye soracak emin olun.
Aksi olursa, Yalman ceketini alır gider; fatura Dursun Başkan’a...
Galatasaray’ı bilmem ama sayın Dursun Özbek açısından olumlu bir yönü yok bu yöntemin.
Büyütmeyin... Alt tarafı, son birkaç haftada şampiyonluğu, finalde de Türkiye Kupası’nı kaybetmiş bir Fenerbahçe var ortada...
Kovalamış ama kaçırmış... Var gücüyle çalışmış, başaramamış. Kısaca tatsız bir sezon geçirmiş; değil mi?
Hayır. Asla!
Sayın Aziz Yıldırım başkan olduğundan bu yana belki de en zor durumda Fenerbahçe.
3 Temmuz süreci bile bundan iyi idi... Çünkü o sırada camia birlik ve beraberlik içindeydi. Hedef ve umut vardı. Başkan onurlu bir mücadele koyuyordu ortaya; Fenerbahçe ona inanıyordu, tüm gücüyle arkasında duruyordu. Takım sahadan destekliyordu.
LİG VE KUPA HESABI KAPANMADI
Bugün öyle mi?