Fenerbahçe, Ajax deplasmanından çıkardığı bir puanla ikinci tur şansını koruyup, rakibinin umutlarına set çekti fakat aldığı beraberliğe sevinmek yerine, “Ben bu maçı nasıl kazanamadım” sorusunu kendine sormalı...
Kontratak beceriksizliği, hücum yetersizliği ve Pereira’nın kötü kadro mühendisliği Fenerbahçe’nin resmen sağlığı ile oynuyor...
Rakibi durdurmada ne kadar becerikli olsalar da, topu kullanmada, üretkenlikte son on dakikaya kadar bir o kadar zayıf kaldılar, yine duran toplara bel bağladılar. Siz yıllığına 5 milyon euro saydığınız Van Persie’ye beş tane top atamazsanız malınızı kendi elinizle mundar edersiniz! Bu kadar top kaybıyla oynarsanız, beklerinizi kullanamazsanız ve en önemlisi cesur olamazsanız bu kısırlıktan kurtulamazsınız...
Evet, yeni bir oyun planı, yeni bir hoca ve yeni futbolcular topluluğu ile bir çırpıda takım olunmuyor, ama Fenerbahçe kapasitesinin çok altında kalıyor. Buna bir de bireysel performanslardaki hayal kırıklıklarını eklediğiniz zaman ‘saman alevi’ gibi parlayan bir Fenerbahçe izliyorsunuz.
Örneğin Nani... Geldiği günden bu yana kaçak dövüşüyor, takımına gram fayda sağlamıyor... Oysa Portekizli, Fenerbahçe’nin yelkenlerini
Vitor Pereira her fırsatta kişilikli ve agresif oynamaları gerektiğini belirtiyor ama Fenerbahçe bu düşüncelerin 10’da birini gerçekleştiremiyor...
Çünkü bu takımda tempo ve hız yok... Oyun isteği yok... Taktik plan hiç yok... İşler kötü gittiğinde arkadaşlarını motive edecek ne saha içi lideri var, ne de kenardan oyunu çözebilecek sihirli dokunuşları yapabilen bir teknik adam becerisi... Evet Fenerbahçe’nin güçlü bir kadrosu var ama sahaya yansıyan güçlü bir takım henüz çıkmadı, bu kafayla çıkacak gibi de durmuyor...
Pereira, Robin van Persie’ye forma vermek için yeniden 4-4-2 formatına döndü. Ancak bu şablonun deplasmanlarda kullanımı çok zor... Hele beklere aman ileri çıkmayın talimatı veren, Mehmet Topal’ı Kjaer-Ba ikilisinin arasına hapseden bir de hocanız varsa, kimse kimseyi kandırmasın bu kötü futbol böyle devam eder... Galibiyetler de birkaç yıldızın ustalığına kalır... Tıpkı dünkü gibi...
Fenerbahçe’de bir defa görev dağılımı yanlış... Bakıyorsunuz, savunmadan top çıkarma bilinçli veya bilinçsiz sürekli Nani ve Markovic’in üzerine yığılmış... Topal veya Souza’nın yapması gereken servisler bu ikiliye kalmış... Portekizli sürekli bölgesinin çok gerisinde topla
Bursaspor ile oynuyorsun böyle... Beşiktaş ile oynuyorsan böyle... Celtic ile oynuyorsun böyle... Akhisar Belediye ile oynuyorsun yine böyle... Maçın belirli bölümlerinde rakibe top göstermeyeceksin, rahat rahat pozisyona gireceksin, golleri bulacaksın... Ama korku, sıkıntı, panik her türlü felaketi de aynı doksan dakika içinde yaşayacaksın. Kısacası hep aynı film...
Oysa sezon başından bu yana oyununu oturtamayan, coşkusu ve fizik gücü hiç de kendisine yakışmayan Fenerbahçe ilk yarıda geleceğe yönelik küçük de olsa pırıltılar saçmıştı. Futbolda sistemlerin, rakamlara göre kurulan 11’lerin veya belirlenen taktiklerin çok da önemi yok aslında. Eğer hızınız, mücadele gücünüz, isteğiniz ve arzunuz üst düzeyde değilse ha 4-3-3, ha 4-4-2, ha 3-5-2 oynamışsınız nafile... İşte sarı-lacivertliler ilk yarıda hızını biraz artırınca, hücumda pres yapınca, ikili mücadelelerde ayakta kalmayı başarınca ne savunma zaafları ortaya çıktı, ne de tribünlerin tadı kaçtı. Kaleci Volkan bir iki geri pas dışında ortalıkta gözükmezken, Fernandao’nun iki golüyle F.Bahçe devreyi güle oynaya önde kapadı... İkinci yarı ise o malum hastalık hortladı. Takım temposunu kaybetti, duran top karşılama zaafı
Haftalardır ümitle hayal kırıklığı arasında bıçak sırtında gezinen Fenerbahçe dün teslim bayrağını Fatih Terim Stadı’nda çekti... Ezeli rakibi Galatasaray’a kendi elleriyle 4. yıldızı verdi.
Bu sonuç sürpriz miydi? Tabii ki değil... Çünkü sahaya bakan anlıyordu bu yarıştaki farkı...
Galatasaray’da hep inanç ve umut vardı...
Fenerbahçe ise sürekli kan ağlıyordu...
Başakşehir maçının analizine fazla girmeye gerek yok. Böyle karşılaşmaları oynaması da, izlemesi de hep zordur... Ayakları güçlükle giden, bugünden çok yarın başına neler geleceğini düşünen sarı-lacivertli futbolcuların derbiden çıkan sonucun ardından takır takır top oynaması beklenemezdi... Onlar da kimseyi yanıltmadı. O küçük şanslarını kullanmak yerine teslimiyeti yeğlediler... Ne tempoyu yükselttiler, ne Başakşehir’i terlettiler... Kaderlerine razı geldiler... Son bölümde sinirlerini de kontrol edemediler...
Fenerbahçe adına asıl sorgulanması gereken bu noktaya nasıl varıldığıydı...
Tribünler Fenerbahçe’deki sorunun hoca ve yönetim olduğunu daha sezon başında tespit etmişti...
Takım içindeki bağlar birer birer çözülmeye başlamış, dağılmışken... Hedef duygusu kaybedilmişken... Fiziksel ve ruhsal yorgunluk, bezginlik, umutsuzluk had safhaya varmışken Fenerbahçe’den daha fazlasını beklemek fazla iyimserlik olurdu herhalde...
Şampiyonluk kırıntılarını bir hafta öteye süpürmek, çıkmadık candan umut kesilmez dedirtmek için son çırpınışlardı Mersin’deki... O kırıcı, sert ve dirençli orta saha tabii ki yine yoktu... Teknik Direktör İsmail Kartal çok da yadırganmayacak bir kararla Alper ve Emenike’nin eksikliğinde kulübeyi canlı tutabilmek, gerektiğinde hamle yapabilmek adına Webo’yu yedeğe çekerek Caner’i Hasan Ali’nin önüne koymuştu... Böylece rakibin topla alışverişini biraz daha kısıtlamak da hedeflenmişti sanki...
Ama ilk yarı boyunca Mersin daha ısıran, daha arayışta olan, skoru daha arzulayan taraftı... Hele Gökhan’ın erken sarı kartından sonra Nakoulma ile Fenerbahçe savunmasını sağ kanattan bir hayli hırpaladılar... Sarı-lacivertli ekip de sık sık rakip ceza alanı önünde görünse de üretkenlik problemi ilk 45 dakika yine sahnedeydi... Topu kazandıktan sonra biraz dripling, sonra derin bir pas... Derken Mersin duvarı içinde bir giriş arayıp iş
Gecenin tek bir özeti vardı; tatsız maçtı... Teknik Direktör İsmail Kartal, Bursa önünde takımı galibiyete taşıyan ikinci yarı 11’ini hiç düşünmeden Eskişehirspor’un da karşısına dikmişti... Fenerbahçe favoriydi ama bu koca ilk 45 dakika sadece kağıt üzerindeydi...
Lider pas yapıyor fakat yanlara. Hücum başlatıyor ama uydurma. Mücadele desen eh işte...
Sadece Emre topu ileriye taşımaya çalışıyor, taktik gereği Caner, Gökhan Gönül’ün önünde oynayınca Fenerbahçe çizgilere bir türlü inemiyordu...
Moralli, özgüvenli, tecrübeli dediğimiz takımın, rakibin ikramından başka pozisyonu neredeyse yoktu...
Hesapta Webo ileride duvar olacak, Sow savunma arkasına sızarak tehlike yaratacaktı... Ters ayaklı Caner, rakip savunmanın Bursaspor maçında olduğu gibi dengesini bozacaktı... Hepsi havada kaldı... Bir şans topu Fenerbahçe’nin soyunma odasına önde gitmesini sağladı...
İlk yarıda tek olumlu not, hiç pozisyon vermemeleriydi...
Skor avantajıyla oyunun ikinci bölümünde daha üretken ve moralli olması beklenen Fenerbahçe tam aksine topu da rakibine bırakınca çekilmez bir hale dönüştü... Eskişehirspor kalecisi Ali yere yattığında 88. dakikaydı. İsmail Kartal’ın pek de akıl kârı
Aslında bu maçın başlama düdüğü 48 saat önce çalınmıştı. Futbol ailesinin sinir sistemini allak bullak eden, sindirim sistemini zorlayan, akıl sağlığını bozan “söylem” ve “davranışlar”ın hem tribünleri, hem de sahadaki oyuncuları nasıl etkileyeceği merakla bekleniyordu...
Gerilimin, kavganın, itiş-kakışın zemini hazırdı...
Ancak bu oyunun fıtratında olan “hakem hataları”nı bir anda “komplo” bavuluna koyarak ortalığı yangın yerine çeviren Trabzonspor Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu’nun tüm girişimlerini çürüten bir mücadele vardı sahada...
O keskin bıçak kınından hiç çıkmamıştı. Tahriklere karşın, her türlü “gel gel”e karşın, kimseyi kesmeye niyeti yoktu... Herkesin aklı sadece topa odaklıydı...
Tansiyon tabii ki yüksekti... Zaman zaman horozlanmalar da oldu. Ama o da maçın öneminden, kazanma isteğindendi...
İlk yarıda Fenerbahçe, taktik tahtasındaki planlarını daha çok işlerliğe koyan takımdı... Rakibin ofansif ağırlıklı kadrosunun üretkenlikte sınıfta kalması, Diego’nun çok da üst düzey oynamasa da Costant’ın gölge markajı karşısında topu istediği gibi kullanması ev sahibinin maça biraz daha hükmetmesine zemin hazırladı...
İki bek Caner ve Gökhan da yine günündeydi.
Devre arasında en çok merak edilen konu, lige verilen aranın tam da hızını almış Fenerbahçe’yi nasıl etkileyeceği idi...
Kasımpaşa önünde özellikle ilk yarıda İsmail Kartal’ın son iki haftada rayına oturttuğu oyunun üzerine biraz daha koyan bir takım vardı karşımızda... Sadece topa sahip olduklarında değil, topsuz oyunda da mücadeleyi bir seviye yukarı çıkarmışlardı...
İlk 15 dakika tüm şüpheleri gidermekle kalmadılar, “vay be” dedirten kusursuz bir futbol da izlettirdiler... Hem de Mehmet Topal, Emre Belözoğlu, Moussa Sow gibi asıl iskeleti oluşturan eksiklere rağmen...
Hızlı, atak, yıpratıcı...
Set oyununu unutarak direkt kaleye gitmenin yollarını arayan bir Fenerbahçe...
Deyim yerindeyse çığ gibi...
En arkası ile en önü arasında mesafe o kadar kısaydı ki, rakip gidecek yol bulamıyordu. Kasımpaşa gibi bu ligin en yetenekli ekibi bile sadece Fenerbahçe’yi izlemekle yetiniyordu... Bu kusursuzluk hazırlanışı ayakta alkışlanacak bir Kuyt golünü de beraberinde getirdi. Ev sahibinin etkili ayakları Tunay Torun, Scarione ve Babel rakiplerine önlem almayı birinci görev belirleyince, kalelerinde pozisyon da görmeden güle oynaya soyunma odasının yolunu tuttular.