Irak sınırında, derin bir vadinin içinde, asırlık ceviz ağaçlarının serin gölgelikler oluşturduğu, içinden köpük köpük bir ırmağın aktığı doğduğum köye ilk olarak jandarmalar getirdi Türkçeyi. Yabancı, büyülü, masalsı bir dildi. O zamana kadar Kürtçenin dışında başka bir dilin varlığından bihaber biz çocuklar için Türkçeyle karşılaşmak bir oyun, büyüklerimiz için ise bir eziyetti.
Hep akşamüzeri gelirdi jandarmalar. Dürbünle geliş yolunu gözleyen gözcülerin “Romiler geliyor” demeleriyle birlikte, köyün bütün erkekleri bir anda ortalıktan kaybolurdu. Onlar için jandarma demek, Türkçe konuşmak demekti ve ne yazık ki, köyde kimse doğru düzgün Türkçe bilmiyordu. Jandarmalara da, “eskerên kerro” yani “Sağır’ın askerleri” veya “Romi” denirdi. “Romi” kelimesi, Romalılardan miras kalmıştı bura halkına, “yabancı” anlamına gelirdi. Bütün yabancılara, Romalı muamelesi yapardı bura halkı, çok eskiden, belki de Haçlı seferlerinden bugüne kalma bir alışkanlıkla... Jandarmalara “Romi” demeleri bu yüzdendi. “Kerro” (sağır) dedikleri de Milli Şef İsmet İnönü’nün lakabıydı.
Bizim için oyundu
“Jandarma geliyor” haberiyle birlikte köyün bütün erkeklerinin saklanmalarının gerçek nedenini çok sonra anladım; dil korkusundan! Türkçeden korkuyorlardı. Köyde yaşayan hemen hemen hiçbir erkek doğru düzgün Türkçe bilmiyordu çünkü. Askerliğini Anadolu’nun uzak bir şehrinde yapmış olanlar da köye döner dönmez, öğrendiklerini hemen unutuyordu.
İnsan herhangi bir dilden korkup kaçar mı? Demek oluyormuş. O zamanlar, biz çocuklar jandarmaların geliş gidişlerini bir oyun olarak görüyorduk. Çavşin Teyze, köye gelen haritacılardan, jandarmalardan ve tahsildarlardan birkaç kelime Türkçe öğrenmişti. Jandarmalar köyde erkek bulamayınca, mecburen Çavşin Teyze konuşuyordu onlarla. Çavşin Teyze biz çocukları etrafına toplamış, kendi buluşu olan bir tekerlemeyi yüksek sesle ezberletmişti:
Gel: Were,
Git: Here,
Eşek: Kere,
Kapı: Dere,
Sıçan: Mişke,
Kuru: Hişke...
Anadilimden başka, yabancı bir dille ilk tanışmam bu tekerleme ve köye gelen o jandarmalar sayesinde oldu. Kendi dilimden başka, yabancı bir dilden öğrendiğim ilk kelimelerdi bunlar.
Bildiğimizi unutacaktık
“Dil korkusundan” dağa kaçan köylülerin, neden dağa kaçtıklarını, çok geçmeden bizzat bir yatılı bölge okulunda yaşayarak öğrendim ben de.
Köyden alınıp yatılı okula getirildiğimiz ilk gün, bize sıkı sıkıya Kürtçe konuşmamamız öğütlendi. Bildiğimiz dili unutacak, bundan sonra burada başka bir dil öğrenecektik. Yeni dilimiz dışında, eski dilimizden konuşacağımız her kelime, çocuk bedenimize inecek sert bir sopa darbesi olacaktı. Türkçe bizim esas dilimizdi ve Kürtçe diye bir dil yoktu!
Fakat bir dil de öyle kolay kolay unutulmuyor, yeni bir dil de öyle kolay kolay öğrenilmiyor! Kuytuluklarda, gece karanlığında, tuvaletlerde, muhbirlerden uzak yerlerde, yani bulabildiğimiz her fırsatta arkadaşlarımızla yine de kendi dilimizden konuşuyorduk.
Bu yüzden bütün akranlarım gibi çok eziyet gördüm ben de. Henüz Türkçeyle derdimi anlatamıyordum, Kürtçe de yasak olduğu için, Türkçeyle derdimi anlatacak düzeye gelinceye kadar yaklaşık üç ay boyunca bir “dilsizlik dönemim” oldu. Bu dönemi atlatıp kitap okuyacak düzeye geldiğimde Türkçe yeni bir dünyanın kapılarını açtı bana. O zamana kadar büyük bir anlatıcı olan dayımdan duyduğum masalların başka biçimleri bu kez yazılı bir halde, kitap sayfaları arasında çıktı karşıma.
Bu büyüleyici dünyada dörtnala at koştururken aynı anda anadilimin de alfabesinin peşine düştüm. Hiçbir yerde yoktu. Ta ki, günün birinde 12 Mart darbesinden sonra tutuklanan Doğu Devrimci Kültür Ocakları (DDKO) sanıklarının, Diyarbakır Cezaevi’nde hazırladıkları ve savcılığın “Kürtçe diye bir dil yok” iddiasına karşı yapmış oldukları savunmalarının kitap haline getirilmiş haliyle karşılaşıncaya kadar. Sanıklar, savcının iddialarını çürütmek için Kürtçe alfabeyi savunmalarına koymuş, örnekler vermiş ve Kürtçe alfabenin 31 harften müteşekkil olduğunu söylemişlerdi. Bu savunma, savcıyı ikna etti mi bilmiyorum, ama beni ikna etti. Oturdum, ders çalışır gibi o savunmayı çalıştım. Oradan Kürtçenin alfabesini öğrendim.
1993 yılında, İstanbul’da modern Kürt edebiyatının kurucu yazarlarından Mehmed Uzun’un “Siya Evinê” romanını “Yitik Bir Aşkın Gölgesinde” adıyla Kürtçeden Türkçeye çevirmeye başladığımda malzemem hala o iddianamenin cevabı olan DDKO sanıklarının savunması ve o yatılı bölge okulunda biriktirdiğim öfkemdi.
O vakte kadar araya çokça zaman girmişti. Yeni bir askeri darbe daha olmuş, herkes bir yerlere savrulmuş, bazı Kürtler dağa çıkmış, bazıları da iki ateş arasında kalarak birtakım edebi ürünlerle dili kurtarmaya soyunmuştu. Ben, halkı kurtarmak isteyenlerin değil, dili kurtarmaya çalışanların safında yer aldım. Ölmekte olan, can çekişen bir dil vardı orta yerde, bazıları o dili, her türlü olumsuz koşullara rağmen yaşatmaya çalışıyordu. Burada bana düşen görev de, o dilden verilmiş olan ürünleri, o dili bilmeyenlerle tanıştırmaktı. Bazıları, hâlâ Kürtçenin bir dil olmadığını ileri sürüyor, o dilden edebiyat yapılamayacağını iddia ediyordu.
Zaten bu iş zordu, deveye hendek atlatmak kadar zor... Çünkü hızlı bir asimilasyon süreci başlamıştı. Kürtçeden Türkçeye edebi ürünler çevirmeye başladığımda, o zamana kadar okuduğum kitaplar, kulak verdiğim dilbilimciler asimilasyonun tahribatlarını öğretmişti bana.
Asimilasyonun ilk aşaması, egemen dili kullanması için, halka yoğun bir baskının uygulandığı dönemdir. Bu dönem artık çok geride kalmıştı. Jandarmaların köye geldiği ve benim ilkokulda okuduğum yıllarda... Şimdi çift dilin egemen olduğu ikinci aşamadaydık.
Bu dönemde insanlar yeni dillerini benimserken, eskisini de etkin bir biçimde kullanmayı sürdürürler. Fakat hızla tehlikeli bir alana doğru gidiyorduk. Çift dil uygulaması, hızla düşüşe geçerek, yeni dil giderek eskisinin yerini almaya başlıyordu. Ve en tehlikeli aşama da üçüncü aşamadır; genç kuşaklar eski dilinden hızla uzaklaşarak yeni dile yönelirler.
Artık eski dilini kullanmaktan utanmaya başlar insan bu aşamada. Çünkü anadilini kullanmayı sürdürenler, çevrelerinde iletişim kurdukları insanların giderek azaldığını görür. Bu durum, zamanla rahatsız edici boyutlara ulaşır ve anadil gittikçe aile içine hapis olur. Bir süre sonra da aile içindeki iki dillilik, bilinçli bir yarı dilliliğe, sonra da tek dilliliğe dönüşür.
Kıskançlık engel oldu
Peki, bu politikalar, sistematik bir şekilde uygulandığı halde, Kürtler neden tam anlamıyla asimile olamadılar?
Bunun birçok nedeni olabilir ama bence, Kürtlerin kendi dillerine karşı olan kıskançlıkları buna engel oldu.
Bir dili ölmekten kurtarmanın yolu, o dili kullanan halkın bizzat o dili kurtarmaya istekli olmasından geçer. Bugün geldiğimiz aşamada, Kürtlerin kendi dillerini kurtarmaya istekli olduklarını görüyoruz.
Kürtçe, eğitim dili olmadan edebiyatı yapılan dünyanın ender dillerinden birisidir. Bir mucizenin adıdır bugün modern Kürt edebiyatı...
Anadili bir tapınağa benzetir bazı alimler. O dili konuşanların ruhlarını barındıran bir tapınağa...
MUHSİN KIZILKAYA
Nüfus kaydına göre 1966 yılında Hakkari’nin Çukurca ilçesinin Güzereş köyünde doğdu. İlk, orta ve liseyi Hakkâri’de okudu. İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden 1987 yılında mezun oldu. Aynı yıl Güneş gazetesinde çalışmaya başladı.
1987-93 tarihleri arasında sırasıyla Güneş, Özgür Gündem, Hürriyet ve Aydınlık gazetelerinde çalıştı. 1993 yılında aktif gazeteciliği bırakarak bir reklam ajansında metin yazarlığı yaptı; 2001 yılından beri Beşiktaş Kültür Merkezi’nde çalışıyor. Yayımlanmış 11 kitabı var.
Çeşitli gazete ve dergilere yazılar yazıyor, TRT Şeş’te program, Kürtçeden Türkçeye edebiyat çevirileri yapıyor. muhsink63@gmail.com
İrtibat telefonumuz: 0212 337 92 03. Mail adresi:dsazak@milliyet.com.tr