Duymuşsunuzdur Orhan Veli’nin bir şiirinde geçer; “Hiçbir şeyden çekmedi dünyada nasırdan çektiği kadar…”. Hipnoz da üzerine atılan gizem ve mitlerden çekti yıllarca. Bu efsunlu sis perdesi hipnozun gerçek etkisini maalesef gölgede bıraktı. Kime sorsanız hipnoz nedir diye, önce yüzünde müstehzi bir gülümseme belirir ve sonra da size köstekli saat ve zombiye dönmüş bir zavallıyı tanımlar. Neyse ki hipnoz, son zamanlarda kanıta dayalı yaklaşımların kullanılması ve özellikle ortak ya da bütünleştirilmiş çalışmalarla, gizem ve mitlerin oluşturduğu bu sis perdesinden kurtulmayı başarmıştır.
Üzerindeki büyülü sis perdesi hipnozu sadece halktan değil, bu konuda çalışma yapabilecek insanlardan da koparmış oldu. Bilim adamları ve klinisyenlerin konuya uzak kalmaları psikoloji ve tıp dışındaki insanların bilinçsizce davranışlar sergilemelerine zemin oluşturmuştur. Oysa geçen yüzyılın başlarında ünlü Freud’dan Hilgard’a kadar psikoloji ve psikoterapi tarihinin önemli şahsiyetleri bu konu üzerinde kafa yormuşlar ve terapilerinde hipnoza yer vermişlerdir. Şimdi yine hipnozun emin adımlarla hak ettiği yere ulaşmakta olduğunu söyleyebiliriz. Bir bakıma hipnoz için iade-i itibarda
Çok genel bağlamda söylemeye çalışırsak, zihinsel ve duygusal iç çatışmaları çözümleyen, bu çatışmalardan doğan gerginlik ve kaygıları, korkuları, huzursuzluk ve çöküntüleri azaltıp gideren, ruhsal uyumu geliştiren, kişinin kendisiyle barışık olmasını sağlayıp diğer kişilerle ilişkilerini olgunlaştıran bütün yol ve yöntemler Psikoterapi adını hak edebilir. (Prof.Dr. Cengiz Güleç. Psikiyatri ve Psikoterapilerin ABC’si. HYB. Ankara. 2003)
Psikoterapist, psikolojik destek ihtiyacında olan kişilere profesyonel bir çerçeve dahilinde destek veren, aldıkları psikoterapi eğitimleriyle terapi konusunda uzmanlaşmış kişilere denir. Psikoterapistler bireylerle, gruplarla, çiftlerle ya da ailelerle> Hiç kimse doğal terapist değildir.
Özellikle son zamanlarda bazı kişilerin çeşitli adlar altında ( tabela üzerinden de olsa) halkı yanıltmaya yönelik “Psikoterapist” unvanlarıyla arzı endam ettiklerine tanık oluyoruz. Kuantum, nefes egzersizleri, hipnoz ve kişisel gelişim eğitimleri gibi isimlerin ardına gizlenerek basbayağı psikoterapi yapıldığını biliyoruz. Kendilerini yaşam koçu, N.L.P'ci, kuantum terapisti, biyoenerji uzmanı, hipnozcu v.b. isimler altında tanıtan kişilere karşı
Takip edenler hatırlayacaktır; Çocukluk çağlarındaki ihtiyaçların öneminden daha önceki yazılarımda söz etmiştim. Temel duygusal ihtiyaçlar olarak; güvenlik, istikrar, bakım, kabul edilme, bireyselliğin (ve biricik olduğumuzun) kabulü, kimlik algısı, rekabet, duygu ve düşünceleri ifade etme özgürlüğü, sınırların tanınması v.b. söz etmiştik. Çocukluk çağı ihtiyaçları, temel ihtiyaçlar olmanın yanında temin edilme özellikleri bakımından da önemlidir. “Bugün var yarın yok” ya da “biz öyle mi yetiştik canım, bunlar da çok şımartılıyor!” mantığından gidildiğinde olumsuz sonuçlar doğurabilecek önemli bir ihtiyaçlar kompleksinden söz ediyoruz.
Çocukluk çağı ihtiyaçlarının giderilmesi istikrarlı ve kararlı olmayı gerektirir. Çocukluk çağı temel ihtiyaçlarının yeterli miktarda ve düzenli bir şekilde karşılanması sağlıklı ve mutlu bir gelecek demektir. Dünya Sağlık Örgütünün sağlığı tanımlarken kullandığı terimlerden biri ruhen de sağlıklı olmaktır. Bedenen olduğu kadar ruhen sağlıklı olmak da önemlidir. Bedenen sağlıklı olan eğer ruhen sağlıklı değilse tam bir sağlıklılık durumundan söz edilemez. Ruhen sağlıklı olmak; zamanında, yeterli miktarda ve belli bir istikrar doğrultusunda
Düşüncelerimiz görünen o ki mahşerin beş atlısından en önde geleni. Biraz sonra bu beş atlıyı açıklayacağım. Gerçi birinin diğerine üstünlüğü yok, her biri kendi içinde ayrı bir etkinliğe sahip olsa da, sanki yine düşünceler daha bir ön plandaymış gibi görünüyor.
Biz insanlar yani düşünen varlıklar, yaşadığımız olaylar ve maruz kaldığımız durumları takiben içinde beden tepkilerimizin de yer aldığı duygusal ve davranışsal süreçler yaşarız. Yaşanılan durum ve olayların bir sonucu olarak kabul edilen bu etkileşimde, herhangi bir farkındalık vetiresi yer almadığı zamanlar, sanki bu sonucun direkt olarak olaylar ve insanların kendilerinden doğal bir şekilde neşet ettiğini ifade ederiz. Oysa gerçek acaba böyle mi?
Günlük yaşam içindeki etkileşimlerde görev alan ve benim mahşerin beş atlısı olarak tanımladığım durum; çevresel faktörler (yaşanan olaylar), düşünceler, duygular, davranışlar ve bedensel tepkilerden oluşmaktadır. Yaşadığınız her olay ve maruz kaldığınız durumlarda bu beşlinin etkisini görebilirsiniz. Olay ve duruma bağlı olarak biri diğerinin önünde yer alabilir ancak bu diğerlerinin önemini azaltmaz. Bir an için dört köşesinde birer ayağı olan, dört ayaklı bir sehpa düşünün.
Güncel veriler başta İzmir olmak üzere, ilimiz ve çevre illerde boşanma oranlarının yüksek olduğunu göstermektedir. TÜİK-2015 verileri en fazla boşanmanın evliliğin ilk 5 yılında gerçekleştiğini göstermektedir. Boşanma yüzdeliği içinde ilk 5 yıla ait oran yaklaşık %36 olup, ikinci 5 yılı dikkate aldığımızda bu rakam %50’nin üzerinde gerçekleşmektedir.
Yukarıdaki veriler bize aile içinde ya da çiftler bakımından bazı şeylerin iyiye gitmediğini göstermektedir. Her şeyden önce İzmir, Denizli, Aydın, Muğla ve Antalya gibi yakın illerde gerçekleşen yüksek boşanma oranları hem psikolojik hem de sosyolojik anlamda ele alınmayı gerektiren bir durumdur. Bu yüzden aile terapileri ve danışmanlıklar bölgemiz insanı açısından ayrıca bir öneme sahiptir. Ne var ki, bu konuda diğer ülkelerden daha geride yer almaktayız. Psikologlara ya da psikiyatristlere başvuru oranları diğer gelişmiş ülkelere kıyasla maalesef çok düşük düzeyde kalmaktadır.
Öte yandan psikologlara müracaat edenlerin bu müracaatlarından ne yönde bir kazanım elde ettikleri de sorgulanmalıdır. Her terapi seansında şikayetler dinlenir, kişiler içlerinde olanları döker ve bazı önerilerle ufak bir takım değişiklikler yaşanır ve aile
Başlığa bakarsanız meşhur Hollywood filmlerinden söz edeceğimi düşünebilirsiniz. Amacım elbette böyle bir şey değil. Merak etmeyin, her zaman olduğu gibi yine en iyi bildiğimi düşündüğüm alanın dışına çıkmayacağım.
Yıllardan beri aklımı meşgul eden bir soru bu aslında. Danışanlarıma da sorarım arada bir; “siz kim için çalışıyorsunuz?” diye. Özellikle öteki ile sorunu olanlara. Gerçi bir diğeri ile sorunu olmayan mı var, hep zaten sorun diğerlerinde değil mi? Neyse konumuz bu değil.
Bazen diğerine yardım edelim derken, o diğerinin içişlerine karıştığımız olur. Bunu çoğu zaman farkında olmadan yaparız. Çıkış nedeni yardım olduğu için aksi pek düşünülmez.
Geçen gün bir danışanım komşusunun kısa süre içerisinde terapiye gelmesi gerektiğini ona çok acıdığını söyledi. “Peki, bunu kendisi istiyor mu, kendisinin bu yönde sizden bir isteği oldu mu?” “Hayır. Bunu ben düşünüyorum”. “Peki, konu sizinle ilişkili mi?” “Yoo hayır, benimle alakalı değil. Hatta belki de en iyi anlaştığı kişilerden biri benim. Ben sadece onun daha mutlu bir insan olmasını istiyorum”.
Dıştan bakıldığında son derece insani bir yaklaşım gibi duruyor. Belki de gerçekten öyle ama, böyle bir yönlendirme
Bir süredir terapilere devam eden bayan danışanım yüzü bu gelişinde, bir hafta önce verdiğim ev ödevinin etkisiyle olacak, tebessüm ile hafif sertlik arasında ne yapacağını tam kestiremeyen ürkek bir tavır sergiler gibiydi… “Görüyorsunuz ki, yüzüme tebessüm çok da iyi yakışmıyor, tam beceremiyorum gülmeyi…” dedi kısık sesle. Bir bakıma söyledikleri yanlış değildi. Ancak gülmek herkes içindi ve aslında istendiğinde başarılabilirdi. Üstelik kendisi açısından ilk bir haftalık uygulamalar için elde edilen sonuç azımsanmayacak boyutlardaydı…
Bu hafta nasıl hissettin diye sorduğumda; önceki haftalara kıyasla iyi olduğundan söz ederek başladı konuşmaya. “Daha iyiydim. Ne yalan söyleyeyim bana başlangıçta biraz zor geldi her sabah aynanın karşısına geçip gülme egzersizleri yapmak. Ancak daha sonraları gün içinde birkaç kez kendi kendime güldüğümü fark ettiğimde bu iş olacak galiba dedim. Her ne kadar yüzüme tam oturmasa ve hala içimden bir ses bunun sadece yapmacık ve geçici bir şey olduğunu söylese de… Ben sabırla söylediklerinizi uygulamaya devam ettim. Bu hafta biraz farklıydı gerçekten…” (Buradan, “siz gülün sorunlarınız bitsin!” sonucunu sanırım çıkartmamışsınızdır. Böylesine
“Derdini söyleyen derman bulur”
Kaliforniya üniversitesinin özgül fobiler için yaptığı bir araştırmada çarpıcı sonuçlar elde edilmiş. Star Gazetesi haberi şu şekilde vermiş (Kaliforniya Üniversitesinin İnternet adresinde de var…); “tam olarak sebebini anlamasalar da örümcekten korkanların sadece korkuyu hissetmek yerine, hissettiklerini cümlelerle ifade etmelerinin fark yarattığını vurguladı. Bilim adamları, sonuçlardan yola çıkarak, bu yaklaşımın tecavüz mağdurları, aile içi şiddete maruz kalanlar ya da savaştan dönen askerlere faydalı olup olmayacağını araştırdıklarını belirtti.” Kimi atasözlerimiz farklı anlamlara çekilip asıl mecrasından uzaklaştırılıyorsa da “derdini söyleyen derman bulur” sözü bu çalışmada anlamını bulmaktadır.
Bu sonuç bir başka bakışla pozitif psikoloji ve meslek dışı şarlatanların elinde adeta paçavraya dönen “olumlamaların” da pabucunu dama atmış oldu. Pozitif psikolojiyi bihakkın uygulayanlara sözüm yok. İşin esasında zaten, pozitif psikoloji sorunu yok saymaz. Üstelik sadece Pollyanna’cılık yapmak da değildir.
Kendini psikoterapist sanan bazılarının eğip bükerek kendilerine yonttukları uygulama modelleriyle olumlamaların kişileri aslında