1979’da yönettiği ilk “Yaratık-Alien” ile bilimkurgu evreninde gerilim dolu bir seriyi başlatan Ridley Scott yoluna “Yaratık-Covenant” ile devam ediyor. Araya giren farklı dört yönetmenden sonra, 2012’de “Prometheus” ile Alien mitolojisinin başına dönen Scott, bu kez aynı yerden macerayı sürdürüyor. Scott “Prometheus”’da insanlığın yaradılışını Yaratık öyküsüyle birleştirmeye çalışmış, ortaya dökülen birçok soru yanıtlanmamıştı. Bu kez görkemli bir açılışla bu konuya geri dönüyor. Yapay zeka üreten Weyland şirketinin patronu Peter ve yarattığı android David arasındaki diyalog, insanoğlu ve yapay zeka arasındaki çekişmeyi yansıtıyor. Diyalog sonunda yaratıcısından haberdar, ölümsüz android, ölümlü insan karşısında kendini daha güçlü hissederek çıktığını hissettiriyor. Scott’da hikayesini bu minval üzerine kuruyor.
Yıl 2104, insana uygun gezegenlerde, yeni koloniler kurmak üzere yola çıkmış olan Covenant gemisi mürettebatı, teknik bir sorunla aniden uyanır. Bilmedikleri bir gezegene, algıladıkları sinyaller izinde iniş yaparlar ve macera başlar. Yaratık filmleri için şablon olmuş bu giriş bir kez daha karşımıza geliyor. Scott bundan sonrasında oldukça kanlı ve bol yaratıklı bir evren
Can Kazaz, yeni bir isim. Geçtiğimiz aylarda 3. albümü olan ‘Ben Sizden Kaçtım’ yayımlandı. Çok keyifli bir söyleşi yaptık:
-‘Ben Sizden Kaçtım’ bana daha melankolik, daha hüzünlü geldi. Kişisel yaşanmışlıklardan mı yoksa toplumsal depremyonun bir havası mı?
C.K.: İkisini de kapsıyor aslında. Eskiden var olan pozitif havayı hissetmiyorum içimde ve çevremde. Dolayısıyla samimiyetle, neyi yaşıyorsam o yönde duygularım açığa çıkıyor. Melankoli eskiden beri dibine kadar yaşamayı sevdiğim bir haldir ve melankolik şarkılarım hep vardı. Ama bu sefer şarkıların atmosferini de o yönde oluşturdum.
-‘Bunca Yıl’ öncelikle sözleriyle beni çok etkiledi bestelerde önce güfte mi yoksa melodik iskelet mi geliyor?
C.K.: O şarkının özelinde önce beste ortaya çıktı. Önce nakarat melodisi ardından nakarata sözler. Sonra diğer sözlerle eşzamanlı melodiler şeklinde çıktı. Bazen cümle ve melodi aynı anda geliyor. Özellikle üzerinde durduğum şey melodilerin estetik açıdan iyi olması. İyi, akılda kalıcı, dile dolanan melodileri kendim de daha çok sevdiğim için, elimden geldiği kadar öyle bestelemeye çalışıyorum. Bu albümde sözleri de edebi açıdan eski şarkılarıma göre daha kuvvetli olması için ekstra
Cousteau
Yönetmen: Jerome Salle
Oyuncular: Lambert Wilson, Audrey Tautou, Philippe Niney.
TRT’li tek kanallı televizyon yıllarımızın Kaptan Cousteau’suydu. “Yaşayan Deniz” adlı belgeselin sıkı takipçisiydim. Kim değildi ki!
Onun dünya denizlerini keşfetme mücadelesi küçük ruhlarımızın maceracı yönünü dolduruyordu.
Onun yaşamının 1949-1979 yılları arasına odaklanan “Derinliklere Yolculuk”, gemisi Calypso’da geçenleri anlatıyor.
Karısı Simone Melchior oğulları Philippe ve Jean-Michel ile olan ilişkileri, onun bilim adamı, maceracı kimliğinin arka yüzünü, hakkında bilemediklerimizi gösteriyor. Eksantrik bir karakter Cousteau.
Onun başına buyrukluğu yanında en yakınları bile birer eşlikçi durumunda. Bu durumu kabullenemeyen oğlu Philippe büyüdükçe babasına karşı çıkıp kendi yolunu çizmeye başlıyor. Bir yerden sonra yolları kesişiyor.
En iyi müzik belgeselleri üzerine bir yazı yazmak niyetindeydim. İlk sıraya yerleştireceğim belgesel şüphesiz Woodstock olacaktı.
Bu kişisel seçimimden çok, dünyada bu konuyu bilen herkesin birleşeceği rakipsiz bir müzik olayı.
Woodstock, 1969 yılının 15-17 Ağustos günlerinde New York yakınlarında Bethel kasabasının 2.5 kilometrekarelik bir mandra alanında gerçekleşir.
450.000 kişinin katılımıyla insanlık tarihinin en büyük müzik ve barış festivali olur.
Barış söylemlerinin arttığı politikaya karşı duruşun en fazla harekete geçtiği Vietnam savaşı günleriydi.
Hippilik özgürlük arayışları karşı durulmaz bir kültüre dönüşmüştü.
Bu gençleri dönemin en ünlü müzisyenleriyle bir araya getirme fikri New York’lu 4 genç organizatörün aklına gelir.
100 bin kişinin katılımı üzerine kurulan organizasyon 450 bin gencin akınıyla yerle bir olur.
Televizyonun olmadığı veya insanların tek kanala mahkum olduğu yıllarda açıkhava sinemaları, yaz aylarında mahalle kültürünün en önemli parçasıydı.
Her akşam tıklım tıklım dolardı bu sinemalar. Ya kalmazsa diye daha akşamüstünden alınırdı biletler. Perdenin karşısına dizilmiş bitişik tahta sandalyelerde oturmak rahatsızdı.
Girerken kiralanan minderler az da olsa bu rahatsızlığı gidermeye çalışırdı. İki akşamda bir değişirdi filmler.
Sinema, aynı zamanda mahalle gençliğinin de sosyalleştiği bir alandı. Delikanlıların gözleri film başlamadan veya film arasında, kızların olduğu taraflara kayardı. Konuştukları kızların gözlerini ararlardı. Malum o zamanlar flörtün adı “konuşmaydı.”
“Konuşanlar” kaçamak bir şekilde film arasındaki gazoz satan büfenin çevresinde buluşurdu. Gökyüzündeki yıldızlar altında romantik bir filmi seyretmek herkesin duygularını okşardı.
“Akıl yaşta değil baştadır” sözünün canlı örnekleri sık olmasa da karşıma çıkıyor.
Zeynep Tanyalçın, bu gruba dahil bir genç. 22 yaşında Amerika’da Atlanta’da bir plak yapım şirketinde genç yetenekleri araştıran artistik menajer olarak çevirebileceğim pozisyonda çalışıyor.
Şirketin adı RedZone... Patronlar, The Dream lakaplı Terius Nesh ve Tricky Stewart.
The Dream rapçi ve besteci, 2008 de Rihanna’nın çıkış şarkısı Umbrella’yı yazan ve Grammy kazanan bir sanatçı.
Şirket Britney Spears, Beyonce, Justin Bieber, Mariah Carey gibi şarkıcıların bir çok şarkısına imza atmış. Şimdi oralarda neler oluyor Zeynep’e soralım:
Hayatım müzik
E.Y.: Oralara yolun nasıl düştü ?
Blue” 90’lı yılların yerli rock sahnesinden iki yetenekli müzisyenin dramatik yaşamını öykülüyor.
Gitarist Yavuz Çetin ve baterist Kerim Çaplı’nın yaşam hikayeleri dönemin sosyal yapısını yansıtan bir belgesele dönüşüyor.
Uzun saçlı, siyah tişörtlü gençlerin uzaylı gibi görüldüğü yıllardır.
O yıllarda rock müziğin kalbinin attığı mekan Beyoğlu Kemancı’da sahne alan Blue Blues Band’in gitaristi, solisti olan Yavuz Çetin müzikle nefes alır, gerçek kimliği sahnedeyken ortaya çıkar.
Grup arkadaşı gitarist Batuhan Mutlugil onu “bütün gün evde pijamayla dolaşır, akşam sahnede eline gitarı aldıktan sonra rock efsanesine dönüşürdü” diye tanımlıyor.
***
Belgeselin paralel öykü olarak ele aldığı Kerim Çaplı ise müzik yaşamı Amerika’da başlayan The Monkees gibi efsane bir grupla turne yapma başarısına ulaşan diğer bir yetenek. Davul dışında şarkı söyleyip diğer tüm enstrümanları çalabilen, beste yapan Çaplı ve Blue Blues Band’in yolu Kemancı’da kesişir.
Son dönemde Arapça sözlü batı müziği diye adlandırabileceğim türde çok grup ve şarkıcı dinler oldum. İyi yapımcılarla, dünyanın sayılı stüdyolarında kayıtlar yapıyorlar. Bunlardan dikkatimi çekenlerin başında Yasmine Hamdan geliyor.
Kendisini ilk kez Jim Jarmusch’un “Sadece Aşıklar Hayatta Kalır” filminde keşfettim. Filmin final bölümünde Tanca’da bir kulüpte söylediği “Hal” şarkısındaki yanık sesi ve aurası etkileyiciydi. Peşine düştüm ve Paris’te yaşayan Lübnan asıllı bir şarkıcı olduğunu öğrendim.
2013 tarihli “Ya Nas” ve 2017 tarihli “Al Jamilat” albümlerini dinledim. Eşi Filistinli yönetmen Elya Süleyman. Madonna’nın yapımcısı ile albüm yaptığı için adı Lübnan Madonna’sına çıkmış. Bense şarkılarında daha çok Kate Bush havası buluyorum. Arap ezgilerini elektronik tınılarla harmanlayıp uçuk bir hava içinde söylüyor.
***
Arapça sözlü batı müziğine girdikçe (bu tanımlama bana, Anadolu Rock veya 70’lerin Türkçe sözlü hafif batı müziği tanımlamalarını hatırlatıyor) neler çıkıyor insanın karşısına. Tuareg Blues diye başka bir türle tanıştım.
Çölden kopup gelen Tuareg göçebelerinin darbuka, tef, tabla, bendir ve santur ile tutturdukları ritmler insanı alıp götürüyor. Bu kez bu ritmleri