Süper Ligi’in başlamasına 1 ay kaldı, üç büyüklere bakıyoruz transfer işleri pek de yolunda gitmiyor! Eksik-gedik çok, ama ortada transfer yok! Kuşkusuz bunun da temelinde UEFA kriterleri yani parasal sorunlar yatıyor.
Özellikle üç büyükler kırmızı çizgide, elleri-kolları bağlı! Yabancıları göndererek krizi aşmaya çalışıyorlar, yapamıyorlar. Adamların elinde kapı gibi sözleşmeleri var, gönder gönderebilirsen!
Beşiktaş’tan Fenerbahçe’ye kanat çırpan İsmail Köybaşı transferini yazdım, eleştirdim! Vayyy sen misin eleştiren, sosyal medyadan tepki aldık!
Bizler menajer falan değiliz, gazeteciyiz arkadaşlar... Kim nereye giderse gitsin, bizleri zerre kadar bağlamıyor. Ne var ki, bizleri eleştirenler, olayın farkında değiller. İsmail gitti, şimdilerde yönetim harıl-harıl sol bek arıyor. Adaylar var, ama cep yakıyor! Örneğin Kolarov sadece bonservisi 5-6 milyon euro civarında. Elinizdeki tecrübeli oyuncuyu kaçırıyorsanız, B planınızı devreye sokacaksınız. Eeee o da yok! Yine papatya falları açılıyor, her gün gündeme yeni isimler oturuyor, gelen yok, günü kurtarma politikası almış başını yürüyor!
Hadi diyelim ki kesenin ağzını açtınız, bu kez karşınıza UEFA kriterleri çıkıyor! İyi ki bu
Beşiktaş’ın şampiyonluğu anlamlıdır. Bir dizi handikaplarla sezon boyu boğuşan ve ipi göğüsleyen Kartal, övgüyü de,alkışı da fazlasıyla hak ediyor.
Bu işin bir yanı... Madalyonun tersinde görüyoruz ki, işler pek de yolunda gitmiyor.
İsmail Köybaşı yuvadan uçtu, sırada Sosa var. Gomez de ise müthiş bir belirsizlik hakim. Sosa’nın 2018’e kadar sözleşmesi var, ancak ülkemizdeki terör olaylarından rahatsız oldu ve kalmak istemiyor. Sözleşme gereği tutabilirsiniz. Velev ki kaldı. Gönülsüz kalan bir oyuncudan ne kadar verim alabilirsiniz ki... İp bağlasanız ne olur?
Gomez ise başlı başına bir sorun olarak ortada duruyor, çözüm bekliyor! Tabii ki Cenk Tosun kardeşimizi unutmamak gerekir. Geçtiğimiz sezonu kulübede nöbetçi golcü olarak tamamlarken, tam bir profesyonellik sergiledi, asla kriz yaratmadı. O da yetenekli ama rekabetin, artıları da beraberinde getirdiğini unutmayalım.
Gökhan Töre’nin West Ham’a kiralanması doğru bir tercih... Çünkü o yoksa Quaresma var, Kartal yokluğunu hissetmez. Kartal’ın en büyük kozlarından Atiba’nın da yol ayırımında olduğundan söz ediliyor.
Zaman daralıyor
Gelelim asıl olayımıza... Şampiyon olmuş kadroyu korumak, bu oyunun temel kuralıdır. İsmail Köybaşı’nı
Milli Takım ile 315. maçımı geride bıraktım. Otuz küsur yıldır ay-yıldızlı ekibi kovaladım, prim tartışması olmadığı bir yılı anımsamıyorum! Çok uzağa gitmeyelim, ülke olarak jeep olayıyla yatıp, jeep olayıyla uyandığımız günler hala hafızalarda kazılı!
Son Avrupa Şampiyonası finalleri öncesinde Antalya’da patlak veren ‘prim’ krizi de pek unutulacağa benzemiyor! Kimsenin kazandığı parada gözümüz yok, analarının ak sütü gibi helal olsun. Ne var ki, ülke olarak Milli Takım’da şu prim meselesine bir türlü çözüm getiremedik, maalesef...
Milli forma bir sporcunun ulaşabileceği en büyük hedeftir kuşkusuz... Ay-yıldızın olduğu yerde prim tartışmasını asla doğru bulmuyorum. “Verilsin mi, verilmesin mi?” tartışmasına da girmek hiç girmek istemiyorum.
Ancak, Milli Takım’da hiç gündemden düşmeyen, dostları birbirine düşüren (!) bu soruna köklü bir çözüm getirmek şart...
Milli Takım, Avrupa’ya açılma adına büyük bir vitrindir, müthiş bir fırsattır. Olaya bu pencereden bakarsak ki, bakmak gerekir, o zaman üçü-beşi aramayacaksınız, böylesi büyük şansı fırsata çevirmenin hesaplarını yapacaksınız.
Zaman tüneline girelim, jübile maçlarını anımsayalım. Futbolu bırakanlar, ellerinde koçan-koçan
Fransa’da erken terhis olduk, yeniden iç hatlara dönüş yaptık! Ne var ki, Fransa’da Milli Takım’da yaşanan, ‘krizler’, ‘tartışmalar’ ve de ‘kavgalar’ hâlâ sıcaklığını koruyor, pek de unutulacağa benzemiyor! Olayları yinelemeye gerek yok, her şey ayan-beyan!
Dostlar... Fatih Terim ile Arda Turan’ın arasına ‘kara kedi’ girmesinin temelinde, ünlü hocanın TRT yayınında söylediği, “Arda, Barcelona’da oynamanın hazzını yaşarken, egosu A Milli Takım’da sürmez” şeklindeki sözlerinin bulunduğunu iddia ediyorlar. Olabilir, lafımız yok.
Ne var ki, Terim hoca bu cümleyi kurarken niyetini okuma şansımız olmadığına göre, kötü anlamda kullandığına asla inanmıyoruz. Eğer kötü bir düşüncesi olsa, Arda’yı takıma çağırmazdı. Çağırıyor ve ona kaptanlık bandını veriyorsa Terim art niyetli olabilir mi? Üstelik Arda’yı kaptan yapan da Terim’di...
Artı, insanın olduğu her yerde ‘ego’ vardır. ‘Egom yok’ diyenin alnınını karışlarız! Önemli olan, egolarınızı mümkün olduğu kadar asgariye indirmek ve paylaşımcı olmaktır. Aksi takdirde hem kendinize hem de çevrenize zarar verirsiniz!
Hele hele futbolda ‘ben’ yoktur, ‘biz’ vardır... Bu spor bireyselden öte, takım oyunudur. Yıldız oyuncuların ve de kaptan
Fransa’da kalıcı değil, misafir olduk! Antalya’da start alan, Slovenya ile devam eden hazırlık ve kamp çalışmaları neredeyse 1 ay sürdü. Bu süreçte bizler ekip olarak araçla 6 bin kilometre yol yaptık. Millilerin peşinden koşup, durduk. Yakınmıyoruz, bu bizim işimiz. Ne var ki onca emeğin karşılığını alamamak, turnuvaya veda etmek, milliler kadar bizi de fazlasıyla üzdü.
Bu dönüşün arkasından gözyaşı dökecek halimiz yok! Elbette bu şampiyonaya katılmak müthiş bir başarıdır. Ancak elemelerden nasıl çıktığımızı, bir Allah biliyor, bir de biz! İşte asıl üzüntümüz buradan kaynaklanıyor. Bu kadar badireyi atlat, Fransa’ya gel, grupta kal! Düşünüyoruz da o zorlukları aşan bu ekip değil mi? Elemelerde inanılmaz bir performansın yanı sıra yüreğini ortaya koyanlar da yine aynı isimlerdi.
Ne değişti de Hırvatistan ve İspanya maçlarında bu kadar kötü futbol ortaya koydular? Anlamakta zorlanıyoruz doğrusu!
Milli Takım kampında perde arkasında yaşananları yinelemeye gerek yok... Herkes, yazdı, çizdi, yorumlarını yaptı! Yaşanmaması gereken olaylar asla bu kötü futbola mazeret olamaz. Primin tartışmalarına girecek halimiz de yok. Efendim 3-4 oyuncunun kilo fazlası dikkatimizi çekti. Bu oyun
İspanya ile bugün çok kritik bir maç oynayacağız... Hırvatistan karşısındaki kötü futbol ve kötü başlangıç ay-yıldızlı ekibimizin tüm havasını adeta yerle bir etti! Kimsenin ağzını bıçak açmıyor, İspanya’yı konuşacağımıza, Paris’teki o berbat oyunumuzu tartışıyoruz!
Önceki gün medya çadırında Fatih Terim hoca ile bir araya geldik. Terim’i yıllardır tanırım, hiç böylesine gergin görmemiştim! Yaklaşık iki saate yakın sohbette, Milli Takım’ın kötü futbolunun nedenlerini sorguladık, hep birlikte. Hoca, o süreçte özeleştiri de yaptı, sorularımıza net yanıtlar verdi.
Terim, “İyi oynarsınız, ama yenilirsiniz, buna bir milim lafım olmaz. Ya ikinci yarıya ne demeli? Bırakın iyi oynamayı biraz direnç bile gösteremedik. Biz bu değiliz” derken haklıydı.
Yıldızımız Barcelona’daki Arda’mız oyunda kaldığı süreçte ne yaptı Allah aşkına? Sadece o mu, al birini, vur ötekisine misali! Geçmişe ağıt yakacak halimiz yok. Ne var ki, Terim’in konuşmaları arasında geçen iki cümle geleceğe dair ipuçları verdi bizlere! “Benimle veya bensiz bu takım yoluna devam edecek.” Artı fotoğraf çekimi sırasında “Haydi arkadaşlar bu kareyi bir daha göremezsiniz, gelin fotoğrafta yer alın” dedi. Bunları iyi irdelemek
Millilerimizin bugünkü rakibi Hırvatistan’ın oyun sistemi genellikle 3-5-2 üzerine kurulu... Oyun içinde zaman zaman değişkenlik gösterebiliyorlar. Yani, 4-4-2’yi de öne çıkarıyorlar. Dörtlü savunması buram buram tecrübe kokuyor. Sağ bek Srna, sol bek Vida, bırakın iyi savunmayı, hücuma çıktıkları anda başlı başına tehlikeler.
Savunmanın göbeğinde ise Corluk ve Schildenfeld gibi isimlerin karşısında işimiz oldukça zor gözüküyor. Rakibin en büyük özelliği, pozisyonları sürekli kanatlardan üretmesi... Bu da şunu gösteriyor ki, rakibin kanatları kırmak şart! Caner ve Gökhan Gönül’e bu anlamda müthiş iş düşüyor.
Maçın ilk on beş dakikası bizim için çok önemli... Bu süreçte önde baskıyı kurmak şart... Tempomuzu yüzde yüze taşır, baskı üst seviyeye çıkarırsak ki, bunu yapacak tecrübemiz ve de yeteneğimiz fazlasıyla var, pozisyonlar üretiriz, gol bulabiliriz.
Hücuma çıktığımız anlarda, kaptırılan her top bize tehlike olarak dönecektir. Bunun için takım savunmasını da eksiksiz yapmak zorundayız.
İşin özeti, iyi başlamak istiyorsak, Hırvatistan’ın en etkili yönü olan kanatlarını tıkamak zorundayız. Buraları presle iyi kapatırsak ve de kazandığımız toplarda üçüncü bölgede çoğalabilirsek ki,
Uzun soluklu meslek yaşamımızda 1 Dünya Kupası, Fransa ile birlikte toplam 4 Avrupa şampiyonasını canlı izlemek kısmet oldu. Gazetecilikte 43 yılı devirmek üzereyim, az kaldı! Efendim bir de kendi rekorumuz var, yazmadan geçmeyeyim... Hırvatistan karşılaşması benim 313. milli maçım olacak.
Sorar gibisiniz, onca yıldır 1 Dünya, 4 Avrupa şampiyonası az değil mi? Asla yeterli değil. Malesef bu büyük vitrinlerin yıllardır bir türlü ‘gediklisi’ olamadık! İki kulvarın elemelerinde hep ‘misafir’ sanatçı konumunda olduk. 1996 Avrupa Şampiyonası’na tarihimizde ilk adımımızı Fatih Terim’le attık. İşin özeti bu kulvarda bir göründük, bir kaybolduk.
Diğer Avrupa ülkelerine bakıyoruz hep o vitrinlerde boy gösteriyorlar, sanırsınız ki adamlar oranın tapusunu almışlar! Gittiğimiz üç şampiyonada futbol severlerin hep alkışını aldık. EURO 2008’deki performansımız hâlâ hafızalarda kazılı, neredeyse orayla yatıp, orayla kalkıyoruz. Diyeceğimiz o ki 2008 ruhu hâlâ içimizde dolaşıyor, o ruhun geri gelmesi için dua ediyoruz. Artı bu başarıyı da Fatih Terim’le yakalamıştık.
Lafı uzatmayalım, Fransa’daki podyumda yerimizi aldık, Hırvatistan maçıyla da tartıya çıkacağız. Futbolda bir deyiş vardır: ‘Nasıl