Mutlu olmak adeta bir sanattır ve en iyi mutlu olmayı başarabilenler bu sanatı iyi becerebilenlerdir. Ama gerçekten mutlu olabilmek yalnız halinden de haz duyabilmek, di’li geçmişini yaşayıp kapatabilmek, miş gibi mış gibi yapmadan yaşayabilmek ve bireysel mutluluğu için birinin ya da bir şeylerin olmasına muhtaç hissetmemektir.
Belki ben de dahil, yalnızlığından mutlu olanlar bile Sevgililer Günü diye çıkarılan o özellerin özel gününde kendini özel hissedemeyip, mutsuz olacak ya da belki hayıflanacaktır yalnızlığına bile. Hep üzülmüşümdür bu özel günlerde. Sevgililer gününün zaten sevgilisi olanların birbirilerini kutladığı bir gün olması da gariptir işte bu yüzden.
Evet evet, herkes büyük şeylerle mutlu olabilirdi, önemli olan küçük şeylerle de mutlu olabilmekti. Herkes bir diğerini çok büyük şeylerle zaten kesin mutlu ederdi, ama önemli olan büyük oynamak yerine düşündüğünü ve değer verdiğini hissettirebilmek ve öyle mutlu edebilmekti bir diğerini.
Kaygı bozukluğuna yönelik çokça tıbbi, psikolojik ve spritüel önermeli yazılar mevcut zaten. Ve aslında kaygı bozukluğu olan insanlarımız da eskiye nazaran bunun daha çok farkında ve kendi zihin yordamıyla da neden ve nasıl geliştiği belirleyebiliyor. Peki neden ve nasıl olduğunu bildiğimiz halde neden ortadan kaldıramıyoruz kaygı bozukluklarımızı? Ve hatta neden çözümlemesini yapıp farkındalığa vardığımız halde kendiliğinden düzelmiyor? En önemli sorulardan biri de terapistler ya da makaleler neden tam olarak faydalı olmuyor?
Bu yazıda kaygı bozukluğunun diğer çokça şekil ve nedenlerine girmeden sürekli kendini yenilemeye müsait olan kök nedeni ve etkili çözümü size veriyor olacağım. Ama elbette ki bu işi halletmek çok kolay olmayacak olsa da, inanır ve çabalarsanız çözebileceğinizi garanti edebilirim.
Kaygı bozukluğunun en sık tetiklenen noktası: “geçmişin taşları ve geleceğin telaşları”. Cebinde geçmişte yaşadığı travmatik ya da sıkıntılı anıları taşıyanlar, bunun tekrarlanması kaygısına her zaman açık olurlar. Yine bugünkü yaşamında olan herhangi bir konuda uzak geleceğe bakmaktan kendini alıkoyamayanlar da “belirsiz” olan gelecekten korkarlar. En sıkıntılı kaygı bozukluğu ise
Bizzat kendim kendimle ilgili çok söylemişimdir “şanslı doğmayanlardanım” diye. Sanırdım ki şans sadece genlerimizle var ve sonradan hiç olmuyor, ne kadar debelenirsen debelen.
Kişisel gelişimi atıyorum bir kenara, nörobilime kafayı taktıktan sonra çözebildim meseleyi. Çünkü kişisel gelişim bu soruna sadece “şanslı olduğunu düşün” diyordu. Ah hangimiz olumlu düşünmeye çalışıp başardı, el kaldırsın. Sayımız çok değildir.
İşte bu yüzden nörobilim benim için kutsal. Yani önce beynimi anlamakla başlamıştım, neyi nasıl alıyor ve bu insan nasıl bir insan?
Kişisel gelişimde kabullenmek yoktur mesela, “olumsuzsa sen evir çevir olumlusuna inanmaya çalış” der. Bu yüzden, nörobilimle beynimi çözümleyince kabullenmiştim şansa dair gerçeği ve geleceği. Astrolojiye göre bile duble oğlak olan ben şansı kendi ellerimle yaratabiliyordum.
Yani bazen, bizi biz yapan işleyişi kabul etmek gerekiyor. Başkalarının şansına heveslenmeye, kendi şanssızlığımıza hayıflanmaya ve oturup hayata küsmeye gerek yok. Birinin kariyerde diğerinin aşkta, senin parada benim üretkenlikte şansım var işte kabul edelim. Her birimizin olağan şansı bir yerde bir şeye dair… Geriye kalan için herkes şansını yaratmak zorunda.
Şansımı
Ben de geçtim bu yollardan :) Hepimiz başarılarımızın, düşünce ya da duygularımızın, kıyafetimizin ya da sözlerimizin onaylanmasını istedik çoğu zaman.
Onaylanma arzusu ve beklentisi öyle sıkıntılı bir durum ki, bir yerden sonra onaylanmasını isteyeceğimiz her türlü davranış ya da durumu yapmadan önce artık kısıtlama haline dönüşüyor bu beklenti. Yani artık “acaba onaylanır mı” dürtüsü gelişiyor. Ve bu maalesef zihnimizin işleyiş biçiminde dönüşüyor, yerleşiyor.
Bir zaman önce onaylanma dürtüm yüzünden ya “acaba onaylanır mı” kaygım ya da “onaylanayım” diye fazladan çabam olduğunu görmüştüm. Ardından bu durumun zihnimi ele geçirdiğini fark edince kendi ruhumu kadı yapıp, zihnime oturttum. Tek onay merciini ruhum yaptım anlayacağınız.
Zaten böyle olması gerekmez mi? Yapmak istediğimiz bir şeyi, giymek istediğimiz, söylemek istediğimiz bir şeyi, sevmek istediğimiz bir insanı ya da gitmek istediğimiz bir yeri neden biz ölçüp tartamayalım ki? İsteyip istemediğimize, doğru
En güzeli her sabah her seferinde yeniden doğmak...
Yakınlar bilir hep anlatmışımdır, doğduğum günü hiç kutlayamamışımdır doğru düzgün tüm evvelimden beri. Bir zaman evvel, bilmem kaç yaşımda, baktım ki doğduğum günü kutlayamıyorum, dedim ki “Betül her sabah ilk kez doğ ve her gece iyi ki doğduğuna ve var olduğuna şükürle uyu, sessizce ve kimsenin kutlaması gerekmeksizin”. Öyle de yaptım, güzel de oldu.
Çok zaman sonra anladım ki, herhangi bir tek günün ya da yaşın önemi kalmamış benim için. Gerçekten ben her sabah hayata ilk kez göz açmış, ilk kahkahamı da emeklemememi de coşkumu da gün içinde yaşamış ve gecesinde şahane bir varoluş tadıyla yastığıma sarılmışım.
Yaş bugün her neye ermişse, ben kalabalıkların içinde bir yandan yine yeniden varoluşumu kutladım ve kutsadım sessizce, kendi kendime. Tadı bambaşka bir şey, hiç tattınız mı bilmem.
Tarifini bilmeksizin girdiğim bu yolda herkesin unuttuğu “kendini sevmenin” sanatını yarattığımı keşfettim. Ben her sabah doğmaya ve her günün nihai gecesinde yastığıma “iyi ki varım” diyerek sarılırken bir zamandan beri kendimi çok sever oldum.
Bazen bedenin gücü devam etse de mental güç tükenir. Öyle çok da büyük şeyler olmamıştır aslında ama hani mücadele edecek gücün kalmamıştır. Vardır böyle anların.
Yeniden birini sevmeye, yeni bir işe girmeye, iyileşmeye ya da yarın sabah yeni bir günü yaşamaya güç bulamazsın bazen. Adına depresyon desinler ya da tükenmişlik sendromu, neticesine baktığımızda hazzını duymak güç hale gelmiştir yaşamın.
Kiminiz yapar, ben de yaparım, “havadandır” derim görmezden gelmek için:) Kiminiz bu yorgunluğu aşırı sahiplenip, en rahat ettiği yer orasıymış gibi kurulur bitik tahtına.
Ama hayat yorar tabi, bunu da kabul etmek lazım değil mi? Düşünsene her şeyin şahane olduğunu, onun da hazzı kalmayacak emin olun. Kaybedince kazanılanların hazzı olur, yorulunca elde edilenlerin, savaşınca zaferlerin, peşinden koşulan aşkın, uykusuz kalınan geceden çıkan sanatın, elinizde toz bezi tüm kemikleriniz ağrıyana kadar temizlediğiniz evin salonunda içtiğiniz yorgunluk kahvesinin hazzı emin olun o yolun sonundaki dayanılmaz hazdır. E tabi ev geri kirlenir, ilişki biter yeni bir aşk aranır, yeni savaşlar ya da uykusuz geceler, yeni resim, yeni şarkı, yeni kıyafet, yeniden diyet, yeni bir iş günü, yeni bir
Ben hepinizden daha çok, daha çok... Her ne sayabiliyorsan kendine dair negatif, işte onlardan bende hep daha çok vardı. Hala da vardır, mükemmelliğe erişmek zordur. Dün yine yapmışımdır bir flörtte fazla etkilenmeyi ya da bugün dosta yine fazla ödün vermişimdir ve belki yarın sabah yok yere kendimi aile meselesine yine üzeceğimdir. Kim bilir! Yani işin özü hayatın lades kemiği elimde ve ben yine hata yapacağımdır besbelli! Sen gibi, ben gibi, hepimiz gibi...
Ama ben bir tek, bir tek şeyi tamamen değiştirebildiğimden eminim “inanmayı”. En çok da hayatın her şeyi içinde taşıdığı ve belki de en tatlısı “mucize” kelimesini inanmaya seçtiğimi bilirim.
Şimdi dönüp 2019’dan hemen önce bu yıl için neler dileyip yazdığıma bakmak bile istemeyişimden belli değiştiği, ruhumun ve tutkusu yaşamın. O kağıtlara yazdıklarımdan olmayanlara bakmama bile gerek yoktur eminim. Çünkü ben hiç yazmadığım, yani hayal bile etmediğim çokça şeyi yaşamışımdır. Onları yazmadan yaşatan evrene can kurban yani:) Şimdi bunu okurken öyle aşırı güzel şeyler olmuş sanmayın. Ben en ufak mucizeyi bile unutmaz, cebimde taşırım.
2019 yılında ben en önemli şeyi öğrendim, bunca yolculuğa rağmen. Öyle çok bastırmadan,
“Beni bu olay çok değiştirdi” deriz hani. Ondan önce ve ondan sonramız olmuştur. Belki çok değişmiş, belki yanlış değişmişizdir. Bazen bu değişimi iyi gelmiştir ama belki de bize yaşatılmış bir kötülük gibi algılamışızdır.
Değişmek, hayatın en olağan şeyi. Zaten insan ne yaşarsa yaşasın değişmiyorsa sorundur. Yazıktır hatta. Yani her ne yaşarsa yaşasın, ne kendine bakabiliyor ne yaşadığından bir ders çıkarıyordur. Çok üzücü ki hep yaşamaya devam edecek ve hep hiçbir değişim yaşamayacaktır. Hiç fark etmeyecektir değişmeyen insan olanı biteni. Baktığınızda “ne güzel hiç etkilenmiyor” diyebilirsiniz, ama o yaşadığı hiçbir şeyden etkilenmemesi sorundur zaten. İnsan üç beş tuğla koymaz mı ruhunun inşasına yahu?
Henüz tatmadığımız onca duygu, yaşamadığımız onca hikaye var ve biz hangisinde ne hissedeceğiz ve ne düşüneceğiz bilmiyoruz. Şimdiden öngörmek imkansız. Üstelik hepsinden sonra, şimdi ne düşünüyorsak hala aynı olmamızın garantisi de yok.
Bir flört yaşarsın, o ana kadar sadece şefkat önemliyken, karşı tarafın romantizmiyle romantizm de istemeye başlayabilirsin. Çok uzun zamandır evcimen bir hayat sürmekten hoşlanıyorken ve buna uyan biriyle sevgiliyken, aslında daha sosyal olacağın