Konyaspor’da sular durgun akıyor. Aykut Kocaman’ın ekibi zaman zaman iyi futbol oynamasına rağmen istediği sonuçları alamıyor. Böyle bir ekibin konuğu da Beşiktaş olunca, iki tarafın da maçı sahiplenmesi, etkili bir oyun için çabalaması gerek. Elbette öyle yapıyorlar. Gayret gösteriyorlar, emek veriyorlar… Karşılıklı hamlelerle birbirlerini yokluyorlar ama, ilk yarı boşa harcanmış telaşlarla bitiyor.
Konyaspor’un Skubic, Milosevic gibi usta oyuncuları, Ömer Ali, Bajic ve Miya gibi tehlikeli adamları var. Baskılı, çabuk ve yardımlaşmalı bir oyun sergiliyorlar. Bu oyuna karşılık Beşiktaş savunmada daha dikkatli. Vida ile Ruiz savunma göbeğinde giderek uyum kazanan bir ikili oluşturuyorlar. Sağda emektar Gökhan, maçı en çok sahiplenenlerden. Solbek oynayan Rebocho sakin, sade ve dikkatli. Beşiktaş’ın merkezindeki emektar Atiba gerçekten çok çalışkan bir oyuncu. Hemen her pozisyonda basıyor, ikili mücadeleye giriyor. Ne var ki kazandığı topları da eskisine göre daha çabuk kaybediyor. Acaba Elneny onu yalnız mı bırakıyor? Olabilir. Düne
On yedi yıl önce, 14 Kasım 2001’de Türkiye, Avusturya’yı 5-0 yenerek play-off’ta 2002 Dünya Kupası vizesi almayı başardı.
1954 Dünya Kupası’ndan 48 yıl sonra yeniden Dünya’ya gelmiştik (!) . Az buz başarı değildi bu. Çocukların ve gençlerin hayali, daha yaşlı grupların da özlemiydi.
Evet, maceralı bir eleme grubundan çıkmıştık. Play-off oynamak bile bizim için şanstı. Bu işi son çıkışta ancak gerçekleştirmiştik.
O dönemde en büyük günah keçisi Şenol Güneş’ti. Milli Takım’ın teknik direktörü.
O’nu vizyonsuzluk, misyonsuzluk ve karizmasızlıkla nitelendirip eleştirenler, işi daha da ileri götürdüler. Hiç unutmam 5-0’lık galibiyetten sonra Ali Sami Yen Stadı’nın basın tribünü koridorlarında bir yorumcu aynen şunları söylüyordu:
Her şeyi eleştirildi
“- Bu futbolla ve bu hocayla Dünya Kupası’na gidilmez… Şans eseri Kore, Japonya’ya gideceğiz ama, oradan gittiğimiz gibi geri döneriz. Fatih Terim işbaşına gelmeli!”
Futbolda her maçın vazgeçilmez unsuru olan taktik, bu defa stratejinin gerisinde kaldı. Yani, hedef Avrupa Şampiyonası’na katılmak, gidilen yolda olabildiğince o hedefe uygun pozisyonu korumaktı. Şenol Güneş’in, futbolcuların ve ülkenin amaçları stratejiydi: 2020’ye katılmak... Elbette yenmek için, beraberlik için, özetle puan için taktik gerekiyordu ama bizimkiler dün bireysel katkılarıyla, olabildiğince disiplinli oyunlarıyla hem oyunu tutmayı hem de stratejiyi korumayı amaçladılar.
Strateji yoksa, taktik olmuş ne fayda!
İzlanda’nın maça getirdikleri zaten baştan belliydi. Yüksek hava topları, fizik mücadele, bolca duran top, vs, vs... Onların oyununda normalin dışına çıkan tek şey maçın önemli bölümünde kalemize isabetli şut atamamalarıydı. Biz isabetli şutlar çıkardık: Burak Yılmaz, Ozan Tufan ve Hakan Çalhanoğlu... Ancak bu şutların tüm isabeti kalecinin elleriydi. Kalabalık oyunda alan ve zaman yetersizliğinden vuruş şiddeti ve köşeler fazla hesaplanmadığı için İzlanda kalecisi armutları topladı.
Bizim
Hoca, karaciğer kanseri tanısı konan babasını Gaziantep Üniversitesi Hastanesi’ne götürüyordu. Babası seri kontrollara girecek, gerekli görüldüğünde derhal ameliyata alınacaktı. Prof.Dr. Mehmet Mutaf, Plastik, Rekontrüktif ve Estetik Cerrahi alanında haklı bir ün kazanmış, bazı ameliyat teknikleriyle Japonya’da ödüller almış bir bilim insanıydı. Sabahın erken saatlerinde kaygı ile yol alırlarken, asistanlarından biri arayıp bilgi verdi: “Hocam 10 yaşında patos makinasında iki kolu kopmuş bir çocuğumuz var. Siz bugün babanızla meşgul olacağınız için, şu anda görevli hocalarımız onu Adana’ya sevk ettiler.” Kolların kopmasının üzerinden 6 saat geçmişti, “replantasyon” (yerine yerleştirme) için kritik süre dolmak üzereydi. Acilen kolların dikilip kan dolaşımının sağlanması gerekiyordu. Adana’ya sevk edilmesinin hiçbir yararı olmayacak, “ufaklık” artık ömrünün sonuna kadar kolsuz yaşayacaktı.Mutaf Hoca, daha fazlasını düşünmeden asistanını aradı ve “O çocuğu
Beşiktaş teknik direktörü, A tipi pnömöni (zatürre) tanısıyla günlerdir tedavi görüyor. Portekiz’e gidemedi. Vodafone’a dün doktor izniyle ancak çıkabildi.
Hasta olan sadece Abdullah Avcı mı? Başka hastalar da var. Hadi Abdullah Hoca’ya geçmiş olsun, diyelim, onunki bireysel bir hastalık…
Kurumsal hastalıklar da can sıkıcı. Örneğin, hiç kimse hakemliğimizin sağlığı hakkında olumlu şeyler söyleyemez. Hele VAR devreye gir(eme)dikten sonra, bu işin içinden nasıl çıkacağımızı hiç bilemiyoruz. Kurumsal sağlığını kaybetmiş hakemliğimizin mümtaz (!) temsilcisi Özgür Yankaya idi dün…
Önce Bergdich’e bakalım. Denizlisporlu oyuncu, arkadan Caner’in bileğine basıyor… Bu kasıtlı ve sakatlayıcı hareketin karşılığı kırmızı kart. En azından sarı olmalı. Hayır, Özgür Yankaya oralı değil. Caner’in bilekliği fırlamış ayağından. Acı içinde tepki gösteriyor. Hoop sarı kart… Biraz daha canı yansa (!) kırmızı görecek Caner. Biz asabiyetinden dolayı Caner’e kızaduralım (!), Özgür
Kaplıcada tedaviye ve dinlenmeye gitmiş romatizmalılar gibiydi Galatasaray... Hem Gaziantep FK’nın dirençsiz etkisiz oyununa karşı zorlanmıyor, hem de Real Madrid travmasından kurtulmaya çalışıyordu. Biliyorsunuz, futbolda biz hezimetleri değil, zaferleri unutmayan bir milletiz. O nedenle dün daha ilk kırk beş dakika dolarken Madrid’deki üzücü ve yıkıcı maç zihinlerden silinivermişti adeta. Hem saha içindekiler, hem de tribündeki Galatasaraylılar, birlikte eğlencenin tadına vardılar.
Fatih Terim, maç başlamadan önce savunmada “üçlü” oynayacaklarını açıkladı. Maç başladıktan sonra görüldü ki bu formasyon hiç de kötü değilmiş. Ahmet Çalık, Luyindama ve Marcao sorunsuz ve dengeli oynarken; kalabalık orta alanda Mariano, Lemina, Ömer, Emre sağ ve sol kanatta (ikişer) becerikli adamlarla hem ev sahibi takımın ataklarını karşılıyor, hem de çaldıkları toplarla oyun kurup hücumu ısıtıyorlardı. Feghouli, Belhanda’dan kalan “On numara” misyonuna soyunmuştu.
11. dakikada Andone’nin sakatlığı
Abdullah Avcı hocamıza geçmiş olsun… Şiddetli grip nedeniyle İstanbul’da kaldı. Medyada bir çok arkadaş eksik olmasınlar olayı tam da abartılıp köpürtülecek bir fırsat olarak değerlendirmeye çalıştılar. Neyse ki spekülasyonlar dünkü son kontrollerle bitti. Hocanın kan değerleri ve analizleri normale dönüyor. Virütik hastalık nedeniyle gerekli tedavi sürüyor.
Braga’daki maça bakarsak… Beşiktaş yine de hak etmediği kötü bir durumla karşı karşıya kaldı. Bu yıl özellikle UEFA Avrupa Ligi’nde doğru oyunu oynamasına rağmen hücumda kaybettiği toplar yüzünden olmadık savunma açıkları vererek yenik düştü. Dün de değişmedi tablo… Top kullanma yüzdesiyle rakibinden daha önde olan takım, orta alandaki yetersizlik, hücumdaki etkisizlikle keyif ve umut verecek bir oyun sergileyemedi.
Yedikleri ilk gol bilinen duran top (korner) organizasyonuyla geldi. Soldan ceza alanına indirilen topta Paulinho, hiç engelsiz vuruşunu yaparken Caner’in hamlesi yeterli olmadı.
Yine de Tyler Boyd’un sol
Önce iki teknik adamı kutlamalıyım: Ünal Karaman ve Ersun Yanal... Hakem kararları üzerine estirilen fırtınalara, derin komplo teorilerine, dönüp duran anaforlara kendilerini kaptırmadan takımlarının yenilgisini kendi sorumluluk alanlarında açıklamaya çalıştılar. Hakem tartışmasına girmediler. Bu soylu davranışların değerini bilmeliyiz.
İki teknik adamın duruşu dışında Süper Lig’de en önemli tartışma yine hakemler. Yine VAR sistemi... Yine MHK... Yine eski defterler!
Trabzonspor-Göztepe ve Kayserispor-Fenerbahçe maçlarına bakalım. Tartışmalar bu iki maç üzerinde yoğunlaşıyor. Trabzon’daki maçta Fırat Aydınus, reaksiyon zamanını tartışılır hale getirecek karar veriyor, ya da veremiyor. Titi’nin Sörloth’a müdahalesi kurala göre penaltı, Aydınus devam ettiriyor. Peki VAR odasından bir uyarı var mı? Bilmiyoruz. Uyarı olsa, en azından dinler, daha olmadı ekrana giderdi... Gitmiyor. Daha da hazin olanı Göztepeli oyuncunun Sosa’nın ayağına basarak yaptığı “kasıtlı” darbe. Aydınus gibi tecrübeli bir hakem, kesin kırmızı gerektiren bu olaya