Şeytanla bahse girmek, pazarlığa oturmak, şeytana aklını kaptırmak... Kabul etmek lazım ki şeytanla girişilen her türlü teşrikimesai insanoğluna cazip gelmiştir. Herhalde kendi karanlık yüzünü çok merak ederken onu sahiplenmek de istemediğinden. Hep “şeytan alır götürür”, artık satar mı, satamadan getirir mi, durum gösterir.
İKSV İstanbul Tiyatro Festivali’nde beş gün boyunca oynanan Goethe Institut & Nolgong ortak yapımı “Being Faust - Enter Mephisto”ya (uyarlayan: Benjamin von Blomberg, yöneten: Peter Lee) bu alım - satım meselesini deneyimlemeye gittik. Oyun Goethe’nin “Faust”undan ilham alıyordu ama metnin akışıyla ilgisi yoktu, sizden tek istediği Enter Mephisto uygulamasını indirdiğiniz akıllı telefonunuzdu. Tanıtım metni diyordu ki “Oyuna giriş yaptığınız andan itibaren ruhunuz akıl çelene yani Mephistoteles’e satılıyor ve içinde artık birer Faust olarak bulunduğunuz değerler dünyasında o büyük pazarlık başlıyor.”
Oyun Atölyesi’nde sahnelenen Pulitzer ödüllü “Araba Kullanmayı Nasıl Öğrendim”, seyircisini ikilemde bırakan, sorular sorduran, ezberlerini sarsan bir oyun...
Hani bazı meseleler vardır, size onlara dair sadece ve sadece tek bir bakış açısı olabilir gibi gelir. Tarafsız anlatılamaz onlar. Bir iyi taraf vardır, bir kötü. Bir masum, bir suçlu. Bir kurban, bir zalim. Ya siyah ya beyaz. O “kötü” dediğimiz insanın nerelerden geçip o kişiye dönüştüğünü, ne yaşadığını bilmek bile istemeyiz. Bilmek anlamayı getirebilir, anlamak affetmeyi, bunu tercih etmeyiz.
Ama bu tek yönlü bakış açısıyla da mesele hep karanlıkta kalır, dokunulmadıkça, pansuman yapılmadıkça kanayan bir yara gibi asla kabuk tutamaz ya... Anlatacağım oyun, biraz anlayıp affetmenin iyileştiriciliği üzerine düşündürdü beni.
Amerikalı yazar Paula Vogel’ın 1998 Pulitzer ödüllü metni “Araba Kullanmayı Nasıl Öğrendim” (How I Learned to Drive), Oyun Atölyesi’nde Sami Berat Marçalı’nın
Twitter’ı açtığınızda Türkiye için hangi başlıkların TT olduğuna bakıyor musunuz? O saatlerde insanlar en çok hangi konu başlıklarında paylaşım yapmaktalar? Bakın, daha önce duymadığınız bir kadın ismi göreceksiniz. Bundan sonra çok göreceğiniz bir kadın ismi. O gün öldürülmüş bir kadındır o. Bir erkek tarafından öldürülmüş bir kadın daha.
Bu ismi görmeye devam edeceksiniz, çünkü birileri o kadının hakkını arıyor olacak, duruşma duruşma dolaşarak. Çünkü gene birileri de o kadının katilinin cezasını bulmasına engel oluyor olacak. Cinayete kılıf biçmeye çalışacak, duruşmayı erteleyecek, hafifletici sebepler yaratacak, yeter ki o adam parmaklığın arkasına girmesin. TT olan konu başlıklarından izleyeceksiniz siz de; “.... için adalet”. Maalesef böyle bir kaderimiz var bizim.
Dün Güleda Cankel adı vardı. İsmine yakışır dünya tatlısı bir fotoğraf, elini yüzüne kapatarak gülmüş. Sahici bir çocuk gülüşü, 19 yaşında. Twitter hesabına gül koymuş, romantik
Hayır, ortalama bir algı düzeyinden baktığında anlamak mümkün değil. 12 bin yıllık, ta buzul çağından kalma bir göl, bir doğa harikası nasıl beş günde yok edilir? Gümüşhane Taşköprü Yaylası’ndaki Dipsiz Göl. Hani hangi medeniyetler geldi geçti, o orada durdu, hesap edin.
Sonra 2019 yılında iki zeki insanoğlu, 12 bin yıl akıl edilmemiş bir fikir ileri sürüp, gölde “define aramaya” karar veriyor, bunun için resmi makamlara başvuruda bulunuyor, Gümüşhane Valiliği ile Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nden kazı için izin çıkıyor. DHA’nın haberine göre Gümüşhane Müze Müdürü’nün ve jandarma yetkililerinin nezaretinde suyu tahliye edilen göle iş makineleriyle giriliyor, beş gün süren kazı sonucunda sürpriz, hazine bulunamıyor. Ama ortada göl de kalmıyor. 12 bin yıllık güzelim Dipsiz Göl’ün yerinde bir kara delik. Pardon, delik bile değil, toprakla doldurulmuş bir alan.
Bu tabii ne ilk, ne de muhtemelen son. Sadece hayali
Bakırköy Belediye Tiyatroları’nın yeni oyunu “Kazanova”, seyirciyi bir emekli mahkemecilik oyununa, “gerçek olamayacak kadar büyük gerçekliğe” güleceğimiz bir yüzleşmeye davet ediyor
Hani gerilim hikâyelerinde sıkça görülen bir başlangıçtır. Kahramanımızın yolu çoğunlukla bir iş gezisinde bilmediği bir taşra kasabasına düşer. Büyük olasılıkla hava kararmak üzeredir, ya kar yağar ya fırtına kopar, hava muhalefetinden yola devam edemez veya arabasının lastiği patlar, bir şey olur ve o geceyi orada geçirmek zorunda kalır. Tanrı misafiri olarak. Böylece kendisini beklenmedik olayların ortasında bulur, sabaha çıkacak mıdır bilinmez...
Bizim adamımız da bir inşaat şirketinde üst düzey yönetici, işi gereği sürekli yollarda, o akşam da cipi olmadık bir yerde arızalanmış, civarda otel bile olmadığı için kendisini benzin istasyonunun yönlendirdiği evde bulmuş. Tuhaf bir ev, tuhaf bir hizmetçi, son derece tuhaf dört ihtiyar adam. Hepsi emekli hukukçu. Can sıkıntılarını mahkemecilik oynayarak
Çocukken üçüncü sayfa haberlerine meraklıydım. Gizemli gelirdi, polisiye roman gibi. Aslında polisiye foto roman gibi demeliyim, çünkü genelde başrolde fotoğraf olurdu. Tabii ki genellikle bir kadın fotoğrafı. Bu polisiye vakalar hep kadınların başına geliyor demek ki diye düşündüğümü hatırlıyorum. Genç ve güzel kadınların. Fotoğraf yetmiyorsa “kurbanın” isminin başından eksik edilmeyen “güzel” sıfatı var. “Güzel bilmem kimin hazin sonu”. Erkekler ise genellikle “cinnet geçiren” varlıklardı. İradeleri dışında yapıyorlardı her ne yapıyorlarsa.
Bunun işi “satmanın” ve “sattırmanın” bir yolu olduğuna aklımın ermesi yıllar aldı. Böyle böyle oluşturulan algının bizi hangi tehlikeli noktalara götürdüğüne de tabii. Meğer bu ifadeleri kullanmak adeta tacize tecavüze, hatta cinayete kılıf hazırlıyor, saldırgana tacizciye, hatta katile gerekçe sunuyormuş. Kadına “Sen kendine mukayyet olmazsan, erkeklerle oturup kalkar, yer içersen, göz alıcı olur, dikkat
Son günlerde peş peşe yaşanan aile intiharları vicdan terazimizin son kalan dengesini de şaşırtmış görünüyor. Ortada insanların hayata devam etmeğe değecek hiçbir umut ışığı görmemesi gibi vahim bir durum var, biz bunun üzerinden akıl vermelere, çıkarımlarda bulunmalara, hatta espri üretmelere kalkıyoruz ki hele bu sonuncusuna hakikaten akıl sır erdiremiyorum. Ne bitmez tükenmez, gem vurulamaz, engellenemez, engin bir mizah duygunuz varmış meğer keşke daha faydalı üretimlerde kullansanız.
Akıl verme ve çıkarımda bulunma kısmı ise sadece sosyal medya ile birlikte yerleştiğimiz “seyirci” pozisyonunun kendimizi oturduğumuz yerden önemli - anlamlı hissetme işlevini yerine getiriyor ve maalesef bir sonraki umutsuzluğa kapılacak kişiye hiçbir faydası yok. İşsizlikle mücadele eden, kirasını ödeyemeyen, elektriği, suyu borcu yüzünden kesilen insana “Kardeşim, olsa olsa intihar edersen biz senin sesini duyarız, seni anlarız, senin için üzülürüz, gazete manşetlerinden özür bile dileriz” demiş oluyoruz. Üzgünüm ama
“Aşk Geçmişim”, bugünün ilişkilerine hem kadın hem erkek cephesinden gerçekçi bir bakış atan bir modern çağ romantik komedisi
Romantik komedi, izleyenin içini ısıtan, yüzünü güldüren, bir masala inandıran bir tür. En azından böyle olmalı. Hani böyle yumuşak, tatlı, mutluluk veren, pamuk şeker gibi bir şey. Halbuki gerçek hayatta pek öyle olmuyor, çünkü o pamuk şeker hiçbir zaman sizi sarıp sarmalamadığı, o hem yakışıklı, hem akıllı ve esprili bir de üstüne zengin ayrıca romantik, çılgın ve de sadık adam (ya da kadın) sizi gelip bulmadığı, pencerenizin altında gitar çalıp şarkı söylerken mumlarla sokağa adınızı yazıp bir de yanar döner balon ucunda yüzük uçurmadığı için mutsuz oluyorsunuz. Herkes ruh eşinin elinden tutup sonsuz saadete kanat açarken bir tek sizin payınıza “Bunun adını koymayalım”cılar, aşk ve ilişki özürlüler, Çağan Irmak yıllar önce adını koymuş, daha iyisini aramaya ne hacet; “ıssız adam”lar (ya da kadın)