Eğer 56. Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne jürinin kararlarını uygulama adına yapılan yönetmelik değişikliği damgasını vurmasaydı, festivalle ilgili yazmak istediğim bambaşka şeyler vardı. Diyecektim ki uzun zamandır hiçbir festivalde bu derece umut veren bir enerji görmemiştim. “Bir şeye itiraz ettik, el ele verdik inandık ve kazandık” diyen bir rüzgâr esiyordu her yanda.
Zira eski yönetim tarafından festivalin bel kemiğini oluşturan Ulusal Yarışma kaldırılmış, sinemacılar da nadir rastlanan bir dayanışma örneği göstererek Altın Portakal’la aynı tarihlerde İstanbul’da Ulusal Yarışma düzenlemeye başlamıştı. Beyoğlu Sineması fuayesinde yapay portakal ağaçları gölgesinde yapılmıştı açılış. Fikir yönetmen Kaan Müjdeci’ye aitti, katılım göz kamaştırıcıydı, artık ekim ayında Antalya’dan daha fazla ‘temsili Ulusal Yarışma’da atıyordu sektörün kalbi.
“Bir gün yine döneceğiz o şehre” sloganıyla yola çıkmıştı, üçüncü yılda döndü ulusal yarışma. Ve bana göre festivalin en
56. Altın Portakal Film Festivali’ne Ulusal Yarışma’dan eve 10 ödülle dönen “Bozkır” filmi ve kararın yol açtığı tartışmalar damgasını vurdu
56. Antalya Altın Portakal Film Festivali ve onun tartışmaları epey süreceğe benzeyen ödül törenine geçmeden önce şunu söylemek istiyorum: Bize de bu yakışırdı. Yarım asırlık festivalde iki yıl önce yapılan yanlıştan dönülmüş, kaldırılan Ulusal Yarışma “o şehre” geri dönmüş, Altın Portakal “öze dönüş” sloganı ve büyük bir coşkuyla başlamış, eh bir skandalla sona ermese miydi? Sıkıcı sıkıcı heykelcikler dağıtılıp sessizce dağılınsa mıydı?
Festivalin tarihine bakarsak zaten bu işin “özüne” aykırı. Daha bir festival görmedik ki jürinin kararları herkesi memnun etsin. Mutlaka birileri kızar, birileri küser, birileri protesto eder. Ama bu sefer sanırım “dönüşe” yakışır bir mertebeye ulaştı hepsi. Zira ken-disi de zamanında “Bu filmleri kendileri jürilik yapsın diye çektiğimi zanneden gerzeklerden çok
DasDas’ın yeni oyunu “Vahşet Tanrısı” seyirciyi kendi içindeki hayal kırıklıkları, yanılgılar, fiyaskolarla yüzleştiren acımasız bir komedi
İnsan garip bir varlık gerçekten. Dünyanın en acıklı ve en çok kendisininkine benzeyen hallerini kahkahayla gülerek izliyor. Anlatılan hep başkasının hikâyesiymiş gibi. Herhalde hayata katlanmanın başka yolu yok.
Konuk olduğumuz ev, Paris’te üst orta sınıf bir ailenin evi. Sade ve zevkli bir oturma odası, sehpada kalın ciltli sanat kitapları, cam vazoda taze laleler. Ev sahipleri birbirlerine olabilecek en nazik biçimde davranan bir karı-koca; Veronique ile Michel. Misafirler ise kapıdan adım attığı andan itibaren cep telefonuyla çok mühim işlerini halletmeye çalışan avukat Alain ile karısı Annette.
Bu iki medeniyet timsali, örnek çiftin burada toplanmasının bir amacı var: 10 yaşındaki oğulları birbirleriyle kavga etmiş, biri diğerinin yüzüne sopayla vurarak bir dişinin kırılmasına, diğer dişinin sinirinin zedelenmesine sebep olmuş. Anne babaları da olgun birer yetişkin olarak konuşup bu konuyu halletmeye niyetliler.
Başta her şey
Salı akşamı işten eve dönmüşüm, televizyon karşısında oturmaktayım. Birdenbire ne olduğunu uzun süre anlayamadığım bir gümbürtü koptu. Koptu derken, kopup bitmedi. Koptu ve devam etti. Gümbür gümbür bir ses, top atışı mıdır, çatıya iniş yapan jet uçağı mıdır, evet saçma ihtimaller ama insan gece vakti ev sarsılmaya başlayınca pek hayırlı bir şey getiremiyor aklına. Basbayağı pencereler zangırdıyor ve biz ülkece ürkütücü ihtimallere hiç yabancı değiliz.
En nihayet salim kafayla düşünüp tahmin yürütüyorum ki havai fişek sesleri bunlar. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlanmakta çünkü.
Öncelikle şunu belirtmek isterim, konunun kutlanmasından son derece mutlu olduğum Cumhuriyet Bayramı’yla hiçbir ilgisi yok. Hayatımızda sapla saman çoktandır birbirine girdiği için bunu belirtme ihtiyacı duyuyorum, çünkü sosyal medyada bunu dile getirmeye kalkışanlar Cumhuriyet düşmanı ilan ediliverdiler dün.
Hayır, konu Cumhuriyet değil, havai fişek. Düğünlerde atılınca “Aman
İnsanın kendi konfor alanını bırakıp bir hayalinin peşinden bilinmezliklere doğru gitmesi kolay bir şey değil. Çoğumuz için hep hayal olarak kalıyor o tek yöne alınacak bilet, o otostopla çıkılacak dünya turu, o satıp savıp çekilip çıkılacak kapı. Bunun verdiği kıskançlıkla olsa gerek ki, yapabilenlere de hep kuşkuyla bakıyoruz. Kim bilir hangi odaklardan sağlanmış imkânları vardır, ne gibi çıkarları vardır, yoksa insan deli mi parasız pulsuz düşsün yollara?
Hâlbuki bazı insanlar o kadar deli oluyorlar. Ya da hayatın malın mülkün emrine teslim edilemeyecek değerde bir şey olduğunu bilecek kadar akıllı.
Fotoğrafçı ve gazeteci Hasan Söylemez’in adını o ‘akıllı - deli’lerden biri olduğu için duyduk. 2010 yılıydı, 27 yaşındaydı, cebindeki parayı çocuklara dağıttığını, banka kartlarını kırıp sıfır lirayla bisiklet turuna çıktığını okuduk. 10 bin kilometre pedal çevirerek Türkiye’yi dolaştı ve deneyimlerini “Hayata Yolculuk” adlı kitabında anlattı.
Sıcak evlerinde bilgisayar başında oturanların hoşuna gitmedi bu durum.
Canan Ergüder ve Kenan Ece’nin oynadığı “Hipokrat”, şüpheli ölümlere karışan iki doktor üzerinden “vicdan muhasebesi” denen kavramı masaya yatırıyor
İnsanlardan kendilerini tanımlamalarını isteseniz, genelde olumlu özelliklerini sayarlar. İyi kalplidirler, merhametlidirler, yardımseverdirler. En kötü huyları? Uzun bir sessizlik ve cevap: “Hiç yalan söylemeyi beceremem”. “Ha bir de çok safım, herkese hemencecik güveniveririm”. Bu yani kötü huyları. Yalancılar, riyakârlar, hırsından önüne çıkanı ezip geçenler, asanlar, kesenler hep başkaları. “Üzerinize afiyet ırkçıyımdır ben” diyene rastladınız mı hiç mesela? Yok, “hümanist”iz hepimiz. Ama eminim içinden “Şu Suriyeli çocuklardan üçü beşi eksilse ne fark eder ki?” diye geçiren birilerini tanımışsınızdır. Yok siz değil tabii, başka birileri. Ya da fikren karşı olduğu birinin ortadan kalkmasında sakınca görmeyen birini tanımışsınızdır belki. Sorsanız “bütün
Bundan bir tepki doğması, birilerinin fotoğrafını çekip sosyal medyada dolaştırması, birilerinin haklı olarak buna kızıp köpürmesi, ortaya eksikliği çekiliyormuş gibi yeni bir “ikiye ayrılıp birbirimizi yeme” mevzuu çıkması amaçlanmasa Konya’da o afişler otobüs duraklarına neden asılsın, değil mi?
Ne oldu, birdenbire Müslümanların Yahudilerle fazla içli dışlı olup din değiştirdiği, kiliselerin Müslümanlarla dolup taştığı mı gözlendi? Ne gibi bir gizli tehlike sezildi de Anadolu Gençlik Derneği (AGD) ve Milli Gençlik Vakfı (MGV) -de’leri da’ları bile ayıramayacak kadar acil olarak- “Hıristiyanları ve Yahudileri dost edinmeyin” yazılı afişler bastırmak istedi? Bundan hayırlı bir sonuç umulabilir mi? En iyi ihtimalle işte şu anda olduğu gibi tartışmalar, itirazlar, itiş kakış doğar, Müslüman ve Yahudi arkadaşlarımızın kalbi kırılır, canları sıkılır, daha ürkütücü olan da kendi memleketlerinde kendilerini güvende hissetmeyecekleri saldırılara maruz kalabilirler. İyi bir şey çıkamaz yani bu
Bu “haksız rekabet” denen şeyin bizdeki algısında bir sorun var. Tüketici her neyi tercih ediyorsa, hangi hizmete - mala daha ucuza, daha uygun koşullarda, daha güvenli şekilde ulaşabiliyorsa, orada “haksız rekabet” var.
“Acaba neden beni değil de bunu seçiyorlar, nerede hata yapıyor olabilirim, neleri düzeltirsem kendimi tercih edilir kılarım?” gibi sorgulamalara elbette mahal yok. “Ben bununla rekabet edemiyorum, e ben haklıyım, demek ki bu haksız rekabet”. Çözüm ne? Yasaklamak!
Taksiciyim, arabama binmeye kalkışan müşteriyi dövmekten beter ediyorum, gideceği yere götürmemek için elli takla atıyorum, orası yakın, burası uzak, şurası yoğun diye beğenmiyorum, beğendiklerimi olabilecek en dolambaçlı yollardan götürüp kazıklıyorum. Arabam bakımsız, pis kokuyor, sigara içiyorum, benzin yakmasın diye klimayı açmıyorum, temiz pak ve insana iyi davranılan Uber diye bir şey çıkıp yolcular oraya kayınca veryansın ediyorum: Haksız rekabet! Yasaklansın!
Seyahat acentesiyim, bire aldığım hizmeti 10’a satıyorum, vaatlerimle