Kadına ve çocuğa gösterilen şiddetin “bir seferliğinin” olmayacağını, bir erkek bir kere kendisinden boşanmak isteyen karısının boğazını kesmeyi denemişse bunun devamının geleceğini kabul etmek bu kadar zor olmamalı. Sürekli sonunu baştan tahmin edebileceğimiz aynı kötü korku filmini izliyoruz. Adamın biri karısına zulmediyor, kadın o zulme ölene kadar katlanırsa ne âlâ. Yok, kendisinde bir güç bulup ayrılmaya kalkışırsa tehditler, eziyetler artıyor, bir güç daha bulup şikâyetçi olursa adam ifadeye çağırılıyor, en fazla bir uzaklaştırma cezası alıyor ya da duruma göre üç beş ay yatıp çıkıyor ve biz kısa süre içerisinde ya o kadının ya çocuklarının başına bir şey geldiğini görüyoruz.
Üzerine de isyan dolu cümleler kuruyoruz: “Cinayet göstere göstere geldi”. Hatta şaşkınlık dolu cümleler: “Adeta başına gelecekleri sezmişti”. Hayır, medyum olmaya gerek yok ki, bunu yapan bir daha yapıyor. Biz neden şaşırıyoruz, asıl o belirsiz. “Karısı kendisinden şikâyetçi olunca
Restoranlar, gece kulüpleri kapalı, açılış yok, davet yok, gala yok, magazinlik haber de pek olmuyor haliyle ama bu haberini taştan çıkarmayı başaran magazin muhabirlerine ve magazin sitesi editörlerine mani değil gördüğüm kadarıyla. İnsanların evlerinin kapısına gidip onları sinirlendirip çekmek marifetiyle arzu edilen magazin haberi üretilebiliyor. Sinirlenmediyse de “sinirlendi, delirdi, üzerimize yürüdü” diye yazıyorsunuz, öyle olmuş sayılıyor.
Bu hafta başının ilk kurbanı Ozan Güven’di. Kendisinin yıllar önce sorulmuş münasebetsiz bir soruya verdiği unutulmaz cevap hala youtube’da mevcut olduğu için zaten ‘sabıkalı’ sayılıyor, zahmet edip videoyu izlemezsen, haberler Güven’in magazin muhabirlerine hakaretler saydırdığı, öfkeden deliye döndüğü, bir türlü de sakinleşmediği yolunda. Ama ben zahmet edip izledim, görüntülerde sokağa çıkma yasağı nedeniyle kapısının önüne çıkıp sokakta iki tur koşan köpeğini bekleyen pijamalı bir Ozan Güven, o “Evimin
Dört beş yıl kadar önceydi, bir arkadaşım bana Anthony Jeselnik’in stand up gösterisini izletmeye çalışmıştı, akşamın geri kalanı bitmez tükenmez bir “Her şeyin mizahı yapılabilir mi?” tartışmasına sahne oldu. Jeselnik şu sıralar dilimize pelesenk olan “ofansif” mizahın ağababalarındandı ve en meşhur şakalarından biri Eric Clapton’ın dört yaşında ölen oğluyla ilgiliydi. Bendeniz bunu hiç de komik bulmadığımı, bazı şeylerle mizah olmayacağını söylüyordum. Karşımdaki arkadaşım “Bal gibi olur” diyordu.
Mizahın sopası yok, o tartışma o gün bugündür sık sık hatırlattı bana kendini. Üstelik ilerleyen saatlerde “Her şeyin mizahı yapılır” diyen arkadaşımın da bir kırmızı çizgisi çıkmıştı ortaya. Ve uzlaşmamız gereken nokta olsa olsa herkesin kırmızı çizgisine uyacak şeye mizah denemeyeceğiydi.
Ama zaten bizim bütün tartışmamız o akşam o gösteriyi izlemek ya da izlememek, beğenmek ya da beğenmemek üzerineydi. Aklımıza hiç “Bu adam bu gösteriyi yapmasın” demek gelmedi. Eric Clapton’ın da
Sabah twitter’da yeni açılacak bir kanaldan haberdar oldum, çok hoşuma gitti; Tiyatrolar.TV. Ülkemizde sahnelenen bütün oyunlar hakkında bilgi edinebildiğimiz, bilet satışı ve oyun metinlerine erişim hizmeti de sağlayan dijital platform tiyatrolar.com.tr’nin yeni ürünü. Dijital arşiv konusunda son derece yetersiz olan tiyatromuz için çok önemli bir adım.
Kanal ilk etapta beş oyunla yayına başlayacak. Biri Seyyar Sahne’nin “Trom”u. Hakan Emre Ünal kendi yazdığı oyunda Roland Topor’un “Masanın Altında” metnini takıntı haline getirmiş bir oyuncuyu canlandırmakta. Yönetmen Senem Donatan.
İkincisi Altıdan Sonra yapımı “He-Go” ki izlediğim sene herkese en çok önerdiğim oyunlardan biriydi. Yazan ve oynayanlardan biri Halil Babür, karşısında Alican Yücesoy, yönetmen Yiğit Sertdemir. Yine Altıdan Sonra Tiyatro’dan kaçırdığıma çok üzüldüğüm oyunu “Filifu’nun İntikamı”, BGST’den Aysel Yıldırım ile Duygu Dalyan- oğlu’nun yazıp yönettiği, yazar Zabel
Klişelere sığınmış olacağım ama çare yok, bütün hayatımızı olabildiğince evlerimize sığdırmaya çalıştığımız günlerdeyiz. Zaten evde zaman geçirmeye alışık biri olsanız bile istediğiniz o kapıdan çıkamayacak olmak insana bir sıkışmışlık duygusu veriyor.
Her şeyi geçtim, sosyal varlıklarız ve sevdiklerimizle bir arada olamamak bile yeterince can sıkıcı.
Bu yüzden “Kişisel gelişim kampına mı girdiniz birader, karantina bu, karantina” diye azar işitme pahasına her zaman yapmadığımız bir şeyler yaparak, yeni bir şeyler öğrenerek, bir hobi edinerek bu ne kadar süreceğini bilemediğimiz zamanı anlamlı, faydalı, en azından kabul edilebilir kılmaya çalışıyoruz.
Oturup durmaktan sağımız solumuz ağrıdığı için hareket etmeye ihtiyaç duyuyor, spor yapmak için bir türlü motive olamayan insanlar olarak online derslerde buluşuyoruz. Lokantaya gidemediğimiz, dışarıdan yemek söyleyemediğimiz için her gün yemek yapmak zorunda kalıyor, bu konuda birbirimizle bilgi paylaşımında bulunuyoruz. Kimse yaza bikini vücudu hazırlamıyor yani, sakin olun, hayatı delirmeden
Bizi elden geldiğince evlere kapatan koronavirüs günlerinin üzerimde yarattığı iyimserlik ve sevgi dolu bakış yerini yavaş yavaş gerçeklere bırakmaya başladı. Hani diyordum ki insanlık olarak aynı dertten mustarip olmanın yarattığı ortaklık duygusunu unutmayalım, bu berbat günler geçtikten sonra da hatırlayalım.
Fakat evde dura dura sinirleri gerilen, canları sıkılan, deşarj olacak yer bulamayan insanlar içlerindeki bencilliği, kötülüğü dışarı salmaya başladı bu sefer. Onlar da maalesef sokağa çıkma yasağına falan takılmadan özgürce dolaşabiliyor.
Ayrımcılık, bulduğu ilk çatlaktan sızmayı başarıyor. Atıyorum, Ermeni Vakıflar Birliği Milli Dayanışma Kampanyası’na 500 bin lira bağışta bulunmuş. Ne güzel değil mi? Adam altına yazıyor, “Allah gavur parasına muhtaç etmesin”. Bir-iki tane değiller, yoksa ciddiye almazsın, en olumlusu “Ermenileri hiç sevmem ama…” ile övgülerini dile getiriyor.
Çok minnettar olduğumuz, her akşam alkışlarımızla taçlandırdığımız sağlık çalışanlarına karşı bile bir “Benden bir uzak
İnsan evde oturup haberleri takip ettikçe karamsarlığa meylediyor, burası açık. “Gene uyandık diğerlerinin benzeri bir güne, bugün günlerden neydi?” diye açıyor gözünü ki şahane bir güne başlama cümlesi değil.
Gereken gücü ve motivasyonu bulup başladık diyelim, gözümüzün önünde dünya da ülke de gördüğümüz en zor günlerini yaşıyor. Dolayısıyla, iyi bir şeyler görmeye, duymaya her zamankinden fazla ihtiyacımız var. Gerçeklerden kaçalım demiyorum, zor zamanlarda birbirimize iyi gelmeyi denemek mümkün ama.
Fox’ta İsmail Küçükkaya’nın programına Ferzan Özpetek bağlanıyor, İtalya’daki durumu anlatıyor. Sokağa çıkmamanın öneminin altını tekrar tekrar çiziyor, en çok da başkaları için çıkmamak gerektiğinden söz ediyor. “Ben” diyor, “belki hafif atlatırım ama daha çok zarar görecek başka birinin, mesela bir kanser hastasının yerini almamak için iyi bakıyorum kendime. Türk insanı başkalarının
Hayatımızın her alanında teste tabi tutulduğumuz bir dönemden geçmekteyiz. Yani umarım “geçmekteyiz”dir tabii. Elimiz kolumuz bağlı şekilde koronavirüsün sınırları bir bir aşıp bize gelişini izledik. Tabii o kendi kendine gelmedi, biz uçaklardan inip ülkenin dört bir yanına dağıldık. Bu uğurda muhtaç olduğumuz “rahatlığı” ekranlarda konuyla ilgili demeçler veren uzmanlardan aldık. Genlerimiz bizi koruyacaktı, kelle paça da etrafımıza bir kalkan oluşturacaktı, bu “sarı ırk” hastalığı Allah’ın da izniyle bizi teğet geçecekti.
Emin olamadığım sayılarla konuşmak zoruma gidiyor, o yüzden diyebileceğim şu ki, hepimizin evlerimizden çıkmayarak, eşimizi dostumuzu görmeyerek, mümkün olduğunca işlerimizi evden götürerek, faaliyette olan iş yerlerindeki nüfusu minimuma indirerek yaşamaya çalıştığı bir noktaya geldik.
“Türklere bir şey olmayacak, asla gelmeyecek o musibet buralara” diyen doktorlar şimdi “Çok geç olmadan” diye başlayıp “evde kalın” diye biten paylaşımlar yapıyor