Hayat insana kıymetini bilmediği şeylerin aslında ebedi olmadığını hatırlatmanın yolunu bulmak konusunda çok yaratıcı. İki hafta önce hayatında her şey gayet yolunda gittiği, sağlığı yerinde, sevdikleri yanında, karnı tok, sırtı pek olduğu halde “Nasılsın?” sorusuna bir türlü ağız dolusu “İyiyim” demeye dili varmayan pek çok tanıdığımın sesinde hiç olmayan iyimserlik tınıları seçiyorum şimdilerde. Hepimizin üstüne bir kanaatkârlık, bir o güne şükretme, bir küçük mutluluklar bulma hali geldi.
Elbette kendisi ya da yakınları koronavirüsle mücadele edenleri, kayıpları olanları ve her gün sahada bu virüsle burun buruna gelip başka insanlar için kendi canlarını tehlikeye atan sağlık personelini hariç tutarak konuşuyorum. Biz evlerinde oturup şimdilik tek sıkıntısı dört duvar arasında olmak olan fanilerden söz ediyorum.
Hiç yapmadığımız kadar sağlıklı besleniyor, bedenimize iyi bakmaya, bağışıklık sistemimizi yüksek tutmaya özen gösteriyoruz. Hiç olmadığımız kadar nazik, düşünceli, anlayışlıyız
Bir toplumda bir şey ne kadar eksikse onun lafı o kadar çok ediliyor sanırım. “Küçükleri sevmek” deyip çocukların canına okumak, “büyüklere saygı”dan söz edip yaşını başını almış insanlara hayat hakkı tanımamak bunun başta gelen göstergeleri.
Kaç hafta oldu bu koronavirüs belası kendini göstereli, gözümüzün önünde kaç ülke aynı aşamalardan geçti, film izler gibi izledik, asla ders almadık. Her tür gösterge bize evden çıkmamamızın hem kendimiz hem çevremiz hem de tanımadığımız binlerce insan için faydalı, gerekli, hatta şart olduğunu söylüyor, biz hala parklara bahçelere yayılıyoruz, ev gezmelerine gidiyoruz.
Şu Türkçe alt yazıyla dolaşan videoda İtalyan belediye başkanının haykırarak isyan ettiği gibi ne zaman bu kadar komşu sever olduk, anlamak mümkün değil. Kendimizce karar veriyoruz ki bizde zaten virüs falan olmaz, son derece steril, tanıdığımız arkadaşlarımızda da yoktur, dolayısıyla birbirimize gidip gelebiliriz. Ama bir yandan da kızgınız, niye
Hani kişisel gelişim kitaplarından alıp, birbirimize tekrarladığımız o cümleler var ya; “Yavaşlamamız lazım, durmamız lazım, durup kendimize bakmamız lazım” vs, faydasına inandığımız ama asla uygulayamadığımız -çünkü “hayat gailesi”-, o cümleler geldi, gerçek anlamıyla “hayat memat meselesi” olup kendisini bize dayattı. Artık durmamak diye bir ihtimal kalmadı. O zaman artık bir kendimize bakabiliriz.
Ne öğretmekte bize bu koronavirüs denen illet? Hijyenin önemini evet, ellerimizi yıkamanın, üstümüzü başımız temiz tutmanın şart olduğunu, tamam. Gerekirse pekâlâ alışveriş merkezleri dışında da var olabileceğimizi ama insanın en çok insana ihtiyacının olduğunu, zor zamanlarda yan yana olmanın, birbirinden destek almanın önemini. Bunları öğrendik, öğreniyoruz.
Peki ama bir de bütün geldiğimiz yola bakmak, neden bugün, neden şimdi diye sormak için de iyi bir fırsat değil mi bu? Üstelik bütün felaket haberlerinin, ölümlerin, vaka sayılarının arasında Çin’de uzun zamandır ilk defa
Şu sıralar Marquez’in “Kolera Günlerinde Aşk”ından Korona’lı sözcük oyunu türetmezsek olmuyor malum. “Zor zamanlarda ilk vazgeçeceğimiz ve aklımıza son gelecek şey sanattır” diye düşünenler de sanırım evde kapalı ve mümkün olduğunca az insanlar görüşerek geçirdikleri zaman uzadıkça sanatın akıl sağlığımız için öneminin fark etmeye başladılar.
Evet, şu sıralar fiziksel olarak yan yana gelmemiz iyi değil, o yüzden konserler, tiyatro oyunları, gösterime girecek filmler, açılışlar, toplantılar ertelendi. Öte yandan dil, din, milliyet, sınıf, mezhep, hiçbir şey ayırt etmeden hepimizi tehdit eden bir salgına karşı karantinadaki İtalya’da insanların birbirine uzaktan bakan balkonlardan birlikte söylediği şarkılar en çok paylaşılan videolardan. Kabul etmemiz gerek, makarna, sabun, kolonya evet ama ruhumuza da iyi bakmak zorundayız. Kitaplar, televizyonda izleyebileceğimiz filmler, diziler en yakın dostlarımız şu sıralar. Sosyal medya ise belki
The Guardian’ın “Son 10 yılın en iyi oyunu” diye tanımladığı “Baba”, Pürtelaş Tiyatro tarafından sahneleniyor. Oyun, seyirciyi demans hastası bir babanın dünyasına götüren, etkileyici bir “trajik fars”
Hani bazı anlar vardır, hiç gülecek durumda değilsinizdir, ortada çok zor, çok sancılı, gerçekten berbat bir durum vardır ancak bir o kadar da komiktir her şey ve tutamadığınız kıkırdamanız ile suçluluk duygunuz eş zamanlı olarak yükselir. Bir gözünüz dolar, bir kahkahayı koyverirsiniz. O kadar gerçek ve o kadar insani bir haldir ki.
Pürtelaş Tiyatro’nun hafta başında prömiyer yapan oyunu “Baba”, beni bir buçuk saat boyunca bu iki hal arasında götürüp getirdi. Yaşlanmış, demans hastası bir baba, Andre. Kafası o kadar karışık ki kim kimdir, orası neresi, karşısındaki kızının kocası mı yoksa bir yabancı mı, ya da kızı yan sokakta mı yaşıyor yoksa yeni tanıştığı bir yabancının peşinden İngiltere’yi mi gitti, her şey belirsiz. Londra’da yaşanmaz, orada şakır şakır yağmur yağar, burası net. Bir
En sıradan doğa olaylarını bile panik havasıyla sunan (Misal: Kar geliyormuş, diz boyu tutacakmış ya da son yüz yılın en sıcak günüymüş, hissedilecek sıcaklık 50 dereceymiş) bir sosyal medya ortamının koronayı sükûnetle karşılamasını beklemiyorduk elbette. Ama bu kadarı sahiden fazla ve faydasız, hatta gereksiz.
Bir kere uzun zamandır hepimiz biliyorduk ki bütün dünyayı dolaşan, sınırlarımızda gezinen bir virüsün Türkiye’ye uğramaması diye bir şey söz konusu olamazdı. Zaten bir süredir sokakta karşılaşılan eş dostla ilk söz “Merhaba” ise onu izleyen cümle “Öpüşmüyoruz”, hemen ardından da kısık sesle “Varmış da söylemiyorlarmış” idi. Aman duymasın, adını anmayalım, “üç harfliler” gibi bir şey.
Yeterince endişe ettik, birbirimizi paniğe sevk ettik, en az koronavirüs kadar tehlikeli korku ve stres tohumlarını serptik, bekledik. Eninde sonunda “Koronavirüs Türkiye’de” başlıkları gelecekti, geldi.
Peki, biz şu anda bu beklediğimiz şeye hazır mıyız?
Şimdi kimse alınmasın ama 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü vesilesiyle firmalardan, kurumlardan, politikacılardan ve bilumum merciden gelen kutlama mesajlarını o da açarsam ön yargıyla açıyorum. Muhakkak iyi niyetliler ama “Yaşamımıza anlam kattınız, bize hayat verdiniz, annemiz, bacımız, eşimiz oldunuz, dünya sizlerle güzel” ve benzeri iltifatların miadı fena halde doldu. Dünya esasen erkeklere ait olup kadınların onlar için güzelleştirme göreviyle gönderildikleri bir gezegen değil, ikimizin eşit koşullarda, aynı oranda güzellik katarak yaşamamız icap ediyor. Taç, taht falan değil, eşit düzleme oturtulmuş bir sandalye yeterli.
Fakat sevindirici bir gelişme; sanırım bu konudaki isyanlar sonuç vermekte ki bu sene telefonlarımıza gönderilen mesajlarda olsun, sosyal medyadaki kutlamalarda olsun, kullanılan söylemde ciddi bir değişiklik var. Hani Çiçeksepeti gibi ana amacı o gün kadınlara çiçek gönderilmesi olan bir site bile 8 Mart’a özel bir reklam kampanyası hazırlatmış ve filmde “Kadınların
8 Mart dendi mi ortalığı cilt bakımı kürleri, anti aging sırları, makyaj hileleri sarmasında da, konunun sadece kadına şiddete kitlenmesinde de belli bir doyum seviyesine ulaştık sanıyorum. Dünya Kadınlar Günü’nü kutlamanın çok farklı yolları var çünkü.
Mesela, yeni sezon programını bugün açıklayacak olan İstanbul Şehir Tiyatroları’nın seçtiği yol. Yeni Genel Sanat Yönetmeni Mehmet Ergen, görevdeki ilk sezonunun repertuvar anonsunu 8 Mart Dünya Kadınlar Günü haftasına denk getirerek ve daha önemlisi 12 oyundan altısı kadın yazarlara ait olup kadın yönetmenler tarafından hayata geçirilecek olan bir program açıklayarak İstanbul Şehir Tiyatroları tarihinde bir ilke imza atmakta.