Hayat insana kıymetini bilmediği şeylerin aslında ebedi olmadığını hatırlatmanın yolunu bulmak konusunda çok yaratıcı. İki hafta önce hayatında her şey gayet yolunda gittiği, sağlığı yerinde, sevdikleri yanında, karnı tok, sırtı pek olduğu halde “Nasılsın?” sorusuna bir türlü ağız dolusu “İyiyim” demeye dili varmayan pek çok tanıdığımın sesinde hiç olmayan iyimserlik tınıları seçiyorum şimdilerde. Hepimizin üstüne bir kanaatkârlık, bir o güne şükretme, bir küçük mutluluklar bulma hali geldi.
Elbette kendisi ya da yakınları koronavirüsle mücadele edenleri, kayıpları olanları ve her gün sahada bu virüsle burun buruna gelip başka insanlar için kendi canlarını tehlikeye atan sağlık personelini hariç tutarak konuşuyorum. Biz evlerinde oturup şimdilik tek sıkıntısı dört duvar arasında olmak olan fanilerden söz ediyorum.
Hiç yapmadığımız kadar sağlıklı besleniyor, bedenimize iyi bakmaya, bağışıklık sistemimizi yüksek tutmaya özen gösteriyoruz. Hiç olmadığımız kadar nazik, düşünceli, anlayışlıyız birbirimize karşı. Hal hatır soruyoruz, tek başımıza otururken hiç susmadan anlatacak, kendimizce çok enteresan bir dolu macera biriktiremediğimiz için karşımızdakini dinlemeye halimiz, vaktimiz ve merakımız oluyor. Karşımızdaki derken telefonun öbür ucundakini ya da görüntülü konuşmada ekrandakini kastediyorum. İnsan özlüyoruz. Eşimiz, dostumuz, hatta normal hayatta hiç merak etmediğimiz komşularımız ya da iş arkadaşlarımız bile burnumuzda tüter oldu. Şöyle karşılıklı bir otursaydık, bir kahve içseydik köpüklü, gibi iki hafta önce son derece sıradan, belki sıkıcı bulduğumuz şeyler nasıl da kıymete bindi. Hatta itiraf edin, ayaklarımızın geri geri gittiği ofislerimiz bile hoş görünüyor gözümüze.
Cömerdiz, bildiklerimizi, yeteneklerimizi, elimizden gelenleri paylaşıyoruz birbirimizle. Hiçbir karşılık beklemeden. “Bak, ben şu keki yaptım, tarifi şu, çok güzel oldu, sen de dene.” “Şu hesapta her gün aynı saatte canlı yoga var, pilates var, dans dersi var, sen de katıl.” Youtube’dan video açıp izlemek aynı işlevi görmüyor çünkü istiyorsun ki aranda kilometreler de olsa o anda gözünün gördüğü, kulağının duyduğu, sana cevap veren bir insan olsun karşında. Sen ona bir şeyler öğret, o seninle bildiklerini paylaşsın, çünkü öbür türlü çok faydasız ve anlamsız olduğumuzu fark ettik.
Gerçekten “aynı gemide” olmak ne demekmiş, pek güzel anladık. Bizi hiçbir statünün, hiçbir etnik kimliğin, dinin, dilin, mezhebin koruyamayacağını, koronavirüs karşısında eşit olduğumuzu sanırım biliyoruz artık. “Kendimi bu ülkeye ait hissetmiyorum, imkânım da var, B planımız şu, topladık tası tarağı” desek kaçacağımız bir yer de kalmadı. Bu birdenbire kendimizi içinde bulduğumuz korku filminden çıkacaksak hep beraber çıkacağız. Kurtuluş yok tek başına...
Bunu unutmayalım. Koronavirüs gelip geçtiğinde, dilerim sevimsiz bir anı olup unutulduğunda da hiç aklımızdan çıkarmayalım: Karun kadar zengin de olsak küçücüktük, hepimizi tehdit eden virüs karşısında aynı derecede zayıftık, birbirimize ihtiyacımız vardı. Ve bir arkadaşımızla denize nazır oturup çay içebilmek büyük bir lükstü.