Magazin haberlerinde öteden beri tuhafıma giden bir ifadedir, “Falanca, filmde cesur sahneleriyle dikkat çekti”. Tabii ki cümle içindeki falanca bir kadındır ve adı geçen “cesur sahneler” ile paraşütle atlama ya da bilmem kaç metreye tırmanma falan değil, oyunculuk becerisi isteyen anlar hiç değil, sadece soyunma, öpüşme, sevişme sahneleri kastedilmektedir. Kadın oyuncunun cesareti bununla ölçülür, yazar ve yönetmenin becerisi de.
Bunun öteden beri magazin dilinde bu şekilde kullanılmasına, hatta arada pr amacıyla filmden özellikle bu tip sahnelerin basına sızdırılmasına alışığız da bugün bir dijital platformda kendince yenilikler içeren bir mini dizinin “Türkiye’de bugüne kadar yapılmış en cesur kadın hikayesi” olarak tanıtılmaya kalkışılması konuyu yeniden gündeme getirdi.
Bu “çok cesur kadın hikayesi” eskortluk yaparak para biriktirip ülkeden gitmeyi hayal eden bir genç kadını anlatıyor ve yönetmen koltuğunda da Can Evrenol oturuyor. Amacının bu olduğunu hiç sanmadığım
Sosyal medyanın gözdelerinden uydurma ölüm haberlerinin ve sahte yıldız hesaplarının neden bu kadar sevilip kabul gördüğünü anlamak mümkün değil. Birileri bir sabah kalkıyor, o gün falanca ünlüyü öldürmeye karar veriyor, gözü yaşlı emojilerle, nurlu, ışıklı cümlelerle duyuruyor ve öyle bir jet hızıyla yayılıyor ki haber, o kişi canlı yayına çıkıp yalanlasa ulaşamıyor ölüm haberinin etkisine. Bugün mesela, İlyas Salman bir okey masasında oturan sağlık dolu bir fotoğrafını paylaşmış, altına da “Senelik İlyas Salman ölüm haberi yalanlama şenliklerine hoş geldiniz” yazmıştı; “Sevenlerim üzülmesin. Sevmeyenler, elli yıldır grip bile olmadım”. Kendisine uzun ve sağlıklı yıllar diliyorum ben de, belli ki bu konuyla eğlenmeyi seçmiş ki en doğrusu.
Bir de ikinci tür sahteciler var ki onların çabası daha uzun soluklu, sonuçları da daha tehlikeli maalesef. Bunlar, -muhtemelen bir de üstelik sevdikleri- bir ünlüyü seçip onun adına sosyal medya hesabı açıyorlar ve de oymuş
Gerçekten tuhaf bir şey oldu, şu jet hızıyla “normalleşme” süreciyle birlikte ben ve yakınımda olukları için takip edebildiğim birkaç arkadaşım daha da anormalleştik. Havalar ısındıkça, kapılar açıldıkça, insanlar sokaklara saçıldıkça biz kapanıyoruz.
Karantina sırasında her sokağa çıkan sosyal medyada “Bu yasak bir bana mı?” diye yazdıkça kızıyordum, “herhalde insanlar da aptal değil, mecbur oldukları için çıkıyorlar ve birbirlerinin üstüne üstüne yürümediklerine göre sorun yok” diye, şimdi maalesef hak veriyorum. Çünkü adeta biz durumu hiç anlamamış gibiyiz. “Yasaklar kalktı” ya, artık birbirimizin üstüne de yürüyoruz, tepe tepeye de oturuyoruz. Geçen gün kendimi Taksim meydanında kız arkadaşıyla su püskürterek şakalaşan bir delikanlının saçtığı zerrelerden kaçarken buldum.
Sadece parklar bahçeler, sahil boyları değil, kafeler, restoranlar da cıvıl cıvıl. Olsun tabii, kimsenin iş yapmasında da eğlenmesinde de
Ne zaman kadınlara uygulanan erkek şiddeti üzerine bir şey yazsam, mutlaka erkeklerden “Yetti bu erkek düşmanlığı” konulu e-posta’lar alıyorum. İnanmak, kabul etmek istemiyorlar. “Yok artık” diyorlar, “Atmayın” diyorlar. Yani “Bunlar oluyor ama o kadar da önemli değil, büyütmeyin” değil yani dertleri, eminler, birilerinin Türk erkeklerine kara çalmak için bu vakaları, bu sayıları, bu ölümleri uydurduğundan. Herhalde bütün o kadınlar da cinayet süsü vererek intihar ediyorlar. Ya da aslında ölen yok, onu da biz uyduruyoruz.
Bakın şimdi benzeri bir durum, Mor Çatı’nın açıklamaları üzerine dönüyor. Birinci olay; kocasından şiddet gören bir kadın polis çağırmış, polis bütün aileyi karakola götürüp ifadelerini aldıktan sonra serbest bırakmış. Herhalde adama da bir “Niye dövüyorsun oğlum karını, ayıp değil mi?” demişlerdir, adam da ertesi gün eve gelip kadını tekrar dövüyor. Bacağı zedelenen kadın bu kez alçılı olarak karakola gittiğinde
Şimdi bugünden itibaren yavaş yavaş ‘normalleşmeye’ başlıyoruz ama bu süreçte hepimiz yeni alışkanlıklar edindik. Muhtemelen onların bir kısmı bizimle birlikte kalacak. Örneğin benim alışveriş alışkanlıklarım epeyce değişti. Uzun süredir büyük bir markete adım atmıyorum, evin civarındaki birkaç küçük dükkan ve en çok da online alışverişle hallediyorum ihtiyaçlarımı. Ve bir kısmıyla yeni tanıştığım küçük, yerel üreticilerle bağımı koparmaya hiç niyetim yok. İşin ilginç tarafı bunların çoğunda kadın parmağı var ve ben o ürünlerdeki özende bunun payı olduğuna inanıyorum.
Mesela karantina öncesinde de avokado, limon, portakal, muz gibi meyveleri instagram üzerinden, Alanya’daki “Feride’nin Bahçesi”nden alıyordum, aynı şekilde devam ettim. Bu arada Alanya’da avokado üretimi epey artmış durumda, ufak bir araştırmayla pek çok küçük aile işletmesine ya da İstanbul’dan taşınmış eski beyaz yakalı yeni çiftçiye ulaşabilirsiniz. Onları
Başa gelen kötülükler karşısında iki davranış biçimi oluyor genellikle. Topu başkasına atıp sayıp sövmek, haklı veya haksız öfke patlamaları yaşamak, durum yeterince kötü değilmiş gibi etrafa hayatı fazladan zehretmek birinci seçenek. Aslında bayağı rahat bir pozisyon, yaralı parmakla işin olmuyor, zaten en haklı, en mağdur ve en kızgın sensin. Oturduğun yerden sağa sola laf atabilir, duruma ucundan bucağından el atanlarla da dalga geçebilirsin. Onlar senin sahip olduğun keskin zekâdan yoksundur, meselenin bir düzen sorunu olduğunu fark etmeyecek kadar aymazdır, yapabilecekleri bir şey olduğunu sanıp debelenmektedirler.
Hah, işte bu yazının konusu o ikinci grup. Karantinaya ilk girenler olan tiyatroların dayanma gücü tükenirken, tiyatro emekçileri işsiz kalıp kirasını nasıl ödeyeceğini bilemezken sinirlenip söylenmek yerine bir şeyler yapmaya niyet edenler. Sorunun kökünün daha derinde olduğunu bilmediklerinden değil, geçici de olsa bir can suyu olur diye. “İnsan dayanışmayla yaşar” gibi bir inanca sahip oldukları için.
Uzun lafın kısası,
Evlerimizde geçirdiğimiz süre uzadıkça hayatımızdaki her şeye yüklediğimiz anlam da değişmeye başladı. Yarın bayram. Herhalde çok değil, dört beş ay önce bazılarımız için bu yılın ilk yaz tatiline tekabül edecekti, bazılarımız için aile ziyareti, memlekete gidiş, hiç olmadı eş dostla buluşma. Şimdi karşı camdaki komşuyla uzaktan bayramlaşırsak ne âlâ. Kapıyı çalacak davulcu, harçlık isteyecek çocuk bile yok ki bunları arayacağım aklıma gelmezdi.
Neyse, ağlaşma amaçlı yazmıyorum, nasıl biraz anlamlı kılabiliriz şu süreci üzerine olduğu kadar kafa yormaya çalışıyorum, aklıma sadece ve sadece yardımlaşma geliyor.
Bir de hâlâ sahip olmaya devam ettiklerimizi sevme, kıymet bilme. Bu ay gene bu derece özleyeceğimi tahmin etmediğim dergimiz Milliyet Sanat geri dönüyor mesela. Bir yere gitmiş değildi tabii de, pandemi dolayısıyla bütün etkinlikler iptal olunca nisan ve mayıs sayılarını beraber çıkarmış ve bir ara vermiştik. Şimdi her zamankinden büyük bir özenle haziran sayısını hazır etmekteyiz. Evet,
Hayatımızın çok hareketli bir dönemini yaşamadığımız aşikâr. En büyük heyecanımız belirli gün ve haftaları mahalle dayanışması içinde müzik eşliğinde kutlamak. Karantina boyunca pencerelerimizden, balkonlarımızdan 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutladık, bütün mahalle açılışı İstiklal Marşı’yla yaptı, İzmir Marşı’yla, Gençlik Marşı’yla çalkalandı. 1 Mayıs’ı Cem Karaca’nın söylediği marşla idrak ettik.
Hüseyin Özdemir - Milliyet