Gerçekten çok korkuyorum. Tam hayatı ucundan bucağından yakalamaya başlamışken, ufak ufak “normale döner miyiz acaba?” derken yeniden Kovid-19’un tokadını yemekten, birbirimizle kurduğumuz mesafeli de olsa bağı kaybetmekten. Bir de bazılarına nedense lüks geliyor ama yeni yeni hareketlenmeye başlayan sanatın, tiyatronun, müziğin, sinemanın üzerine bir kez daha Kovid-19 toprağı serpilmesi ihtimalinden.
Bir, hayatımız çok eksik, çok yavan, çok güdük kaldı böyle. İki, sektördeki insanların nefes alacak hali kalmadı. Biz “Aman sonbaharda ikinci dalga gelecekmiş, kış çok çetin geçecekmiş, şimdi gezebildiğimiz kadar gezelim” diye kendimizi kalabalıkların ortasına attıkça da bunun uzak bir ihtimal olduğunu söyleyemeyiz maalesef. Rakamlar biz açıp bakmadığımız, yüz vermediğimiz zaman düşmüyor, keşke düşse. Hala daha “Ben koronaya inanmıyorum” cümlesini duyduğum oluyor. İnsaf gerçekten.
Şimdi bu iç karartıcı girizgahtan sonra aslında birtakım güzelliklerden söz etmek niyetindeyim. Uzun bir
Bazı konular insan için turnusol kâğıdı gibi oluyor. Başkasının acısına nasıl yaklaştığın bunlardan biri. Onunla beraber üzülebilmek, acısını paylaşabilmek değil sözünü ettiğim, eninde sonunda ateş düştüğü yeri yakıyor, biliyorum. Empati zaten kullanıla kullanıla içi boşaltılmış, hükmü olmayan bir sözcük. Ama saygı, ne kadar gösterebiliyorsun, diyecek uygun bir şey bulamıyorsan saygılı bir sessizliği tercih ediyor musun? Çünkü neticede ölüm, kayıp, sevdiğin birini kaybetmenin acısı, bunlardan kimse muaf değil. Hepimiz biliyoruz, nasıl bir şey olduğunu. Hele hele evlat acısı, tahmin edilebilenin ötesinde bir acı olsa gerek ve biz pekâlâ bunu da biliyoruz, öyle değil mi? Yaşamasak da biliyoruz.
Canımız Hümeyra, muhteşem yetenekleri ve insanların hayatına tüy gibi dokunan zarafetiyle şu ülkenin şanslarından Hümeyra, oğlu Sadık Bigat’ı kaybetti. Kalp krizinden, son derece vakitsiz. Böylesi bir acıyı haber yaparken atılan başlık “Şarkıcı Hümeyra oğlundan günlerdir haber alamıyordu, cansız bedeniyle
Benim kendimi bilmemle Zeki Metin ikilisini, daha doğrusu Devekuşu Kabare’yi bilmem aşağı yukarı aynı zamana denk gelir. Hiç yalnız olmadığımı biliyorum, hala muhtelif ortamlarda ortaya atılan tek bir cümle, yine onların oyunlarını kasetten dinleye dinleye ezberlemiş birinin karşılık vermesiyle mini bir Devekuşu Kabare skecine dönüşüverir. Bir bakarsın “Aşk Olsun”un ana kuzusu skecinden bir ‘bukle’ ortada dönüvermiş, bir bakarsın “Beyoğlu Beyoğlu”ndan özlem dolu bir bölüm. Tuhaf bir şekilde her dem taze. Ülke de zaten sağ olsun, hiç izin vermez eskiyip mazide kalmasına, kendini tekrarlar durur.
Buna karşılık, maalesef hikâyenin sonunu yakalamış bir kuşaktanım. 1965 yılında Zeki Alasya ile Metin Akpınar’ın ilk kez beraber sahneye çıktığı “Hababam Sınıfı”nı izlemiş 700 bin şanslı kişiden olmadığım gibi, Haldun Taner’in onlara çizdiği yolda ülkenin gelmiş geçmiş en başarılı kabare tiyatrolarından birine dönüşen Devekuşu Kabare’nin oyunlarını bile canlı izleyebilmiş değilim. Varsa yoksa VHS kasetler,
Sizin de olur muydu o hayat bilgisi kitaplarındaki ideal aile çizimlerinin içine kendinizi bir türlü oturtamadığınız? Yemek masasına kravatla oturan şık adamla inci kolyesini bile ihmal etmeyen zarif kadının kurduğu, biri erkek biri kız iki cici ve çalışkan çocukla taçlandırılmış modern ve mutlu Türk ailesi.
Baba işten gelir, anne yemek pişirmiştir, hep beraber sofraya otururlar. Erkek çocuk derslerinde bir numara, kız çocuk da çalışkan kuşkusuz ama bir ucundan ev işlerine yardım etmekte. Herkes bulunduğu yerden memnun.
Tabii bu kadar değil ideal mutlu ailenin koşulları. Mutlaka torununa masal anlatan tonton bir dede ve kışlık kazak ören bir pamuk nine oturur bir kenarda, kışlık hazırlıklar yapan, misal turşu kuran bir hala vardır. Teyzeler, amcalar, enişteler, yengeler ve kuzenler, eklenen her birey o ailenin saadetine saadet katar. Öyle ya herkesin görevi belli, adeta tıkır tıkır işleyen bir makine, aile dediğin. Sen de gel kendine o tabloda uygun bir yer bul bakalım. Saçını iki yandan örgü yapar, uçlarına kurdele bağlarsan olur mu acaba? O ailenin sakladığı sırlar,
"İki kadın Büyükada’da eski bir aşkın, eski bir büyünün peşinde, tek günlük bir yolculuğa çıkarlar". Böyle yazıyor filmin tanıtım metninde. Eren zengin bir milletvekilinin kızı, Reyhan onların yazlık evindeki bekçinin kızı. Hani eski Türk filmlerinde olur ya, aynı köşkün bahçesinde oynarken birbirine âşık olan gençler, Eren ile Reyhan da öyle.
Ama aşklarının karşısına bir dünya engel çıkmış, ayrı düşürülmüşler. Aradan da geçmiş yirmi yıl, herkes başka yerlere savrulmuş. Eren’in Büyükada’ya dönüşüyle yeniden bir araya geliyorlar ve hikâyemiz de burada başlıyor. Geçmiş günlerin, gelecek hayallerinin, aşkın, büyünün ‘vesairenin’ izinde küçücük, sade bir hikâye.
Ümit Ünal’ın yazıp yönettiği “Aşk, Büyü, vs.”, önceki akşam sona eren İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale En İyi Film Ödülü’nün sahibi oldu. Film aynı zamanda Senaryo ve En İyi Kadın Oyuncu dallarında
Pandemi nedeniyle ertelenen İstanbul Film Festivali, Ulusal Yarışma ve Ulusal Kısa Film Yarışması’nı Sakıp Sabancı Müzesi Fıstıklı Teras’taki gösterimler ve bunlarla eş zamanlı sunulan çevrimiçi izleme olanağı ile nihayete erdirmek üzereyiz. Ulusal Yarışma’da 11 film vardı, bu akşam Özkan Yılmaz’ın “Soluk” filmiyle gösterimler bitecek, sonra ödüller sahiplerini bulacak.
Bu 11 filmin 7’sini görebilmiş durumdayım, gördüklerim arasında hakkında iyi şeyler duyduğum ve çok merak ettiğim “Nasipse Adayız” (Ercan Kesal) yok. Geri kalan deneyimimden bende kalan genel duygu şudur: Memleketimizde tek bir sorun vardır: Taşrada erkekler sıkışmakta, bunalmaktadırlar. Pardon, iki sorun; bir de gene erkekler yaratma bunalımı yaşamaktadırlar. Bir zaman hepsi birer Dostoyevski, birer Oğuz Atay’ken bir noktada yaratıcılıkları körelmektedir. (Bu iki yazar olmasa herhalde bizim filmler çekilemeyecekti) Tabii ki her birinin bir baba travması vardır, geçmişe dönüp dönüp hesaplaşmaya doyamazlar. Hemen hepsi halüsinasyonlar
İnsanın canı gerçekten tek söz bile söylemek istemiyor. Kaçıncı seferdir biz bir fotoğrafa bakarak umutla bekliyoruz acaba... Bazen beş yaşında bir kızın bebek gözleri oluyor fotoğrafta, bazen 27 yaşında bir kadının şahane kahkahası oluyor. Hayat oluyor, bütün ışığıyla, rengiyle. “Haber alınamıyor” yazıyor altında. Bölgede aramalar sürüyor, umutlu bekleyiş sürüyor.
Baka baka belliyoruz o yüzü, tanıdığımız, bildiğimiz biri gibi oluyor. Her sabah kalkıp “Bugün bulunmuş olsa” diye açıyoruz sosyal medyayı, “Birden çıkıp gelmiş olsa”. Ve bir sabah “Cansız bedeni” diye başlayan berbat cümle çıkıyor karşımıza. Bekleyiş bitiyor, umut bitiyor, hayat bitiyor. Bir erkeğin karanlık bakışları alıyor yerini. “Çok sevdiği için”, “terk edildiği için”, “boşanmak istediği için”, “barışmayı kabul etmediği için”, “kıskançlık krizine girdiği için”, “kendini kaybettiği için”, “cinnet getirdiği için” kesmiş,
Yıllar yılı bizi ailece ekran karşısına kilitleyen Huysuz’un büyüsü nereden geliyor diye düşünmüşümdür. Hazırcevaplık evet, müthiş bir mizah duygusu kuşkusuz, zehir gibi bir zekâ, bunların hepsi tamam. Ama yeterli mi bir ailenin yediden yetmişe bütün üyelerini eğlendirmeye? Bizim hepimize ortak payda olan neydi onda?
Şimdi buradan, onu kaybettiğimiz noktadan bakıp eski videolarını izleyip ne kadar özlediğimi fark ederken, kendi adıma bulduğum cevap, bütün o şahane zekânın, komedinin, esasen seyirciye laf atma üzerine kurulu mizahın içinde kötücüllük barındırmıyor oluşu oldu. Çünkü bu çağda beni en çok ürküten şeylerden biri zekâyla kötülüğün ikiz kardeş kabul edilmesi, iyi bir insanın kaçınılmaz olarak aptal olduğuna hükmedilmesi. Keskin zekâ eşittir yılanlık, yani.
Oysa Seyfi Dursunoğlu’nun müthiş nezaketiyle Huysuz Virjin’in dizginlenemez açık sözlülüğünü, dobralığını, yer yer patavatsızlığını ve de şirretliğini bir