Pandemi nedeniyle ertelenen İstanbul Film Festivali, Ulusal Yarışma ve Ulusal Kısa Film Yarışması’nı Sakıp Sabancı Müzesi Fıstıklı Teras’taki gösterimler ve bunlarla eş zamanlı sunulan çevrimiçi izleme olanağı ile nihayete erdirmek üzereyiz. Ulusal Yarışma’da 11 film vardı, bu akşam Özkan Yılmaz’ın “Soluk” filmiyle gösterimler bitecek, sonra ödüller sahiplerini bulacak.
Bu 11 filmin 7’sini görebilmiş durumdayım, gördüklerim arasında hakkında iyi şeyler duyduğum ve çok merak ettiğim “Nasipse Adayız” (Ercan Kesal) yok. Geri kalan deneyimimden bende kalan genel duygu şudur: Memleketimizde tek bir sorun vardır: Taşrada erkekler sıkışmakta, bunalmaktadırlar. Pardon, iki sorun; bir de gene erkekler yaratma bunalımı yaşamaktadırlar. Bir zaman hepsi birer Dostoyevski, birer Oğuz Atay’ken bir noktada yaratıcılıkları körelmektedir. (Bu iki yazar olmasa herhalde bizim filmler çekilemeyecekti) Tabii ki her birinin bir baba travması vardır, geçmişe dönüp dönüp hesaplaşmaya doyamazlar. Hemen hepsi halüsinasyonlar görür, rüya sahneleri olmazsa olmaz, seyirciye mümkün olduğunca az ipucu vermek işin şanındandır. Sonuç: Film bir şey anlatmak için değil, bir şey saklamak, cevabı verilmeyen bir bilmece sormak için çekilen bir şeydir.
Evet, paragrafımda kadın sözcüğünün geçmediğinin farkındayım, zira kendileri yazara berbat sorular soran acemi bir gazeteci olarak (Bkz: Şair / Mehmet Emin Yıldırım) filmin bir yerlerinde arzı endam etmemişlerse zaten yoklar. Olmasalar da olur hatta böyle olacaklarsa daha iyi olur. Hemen bir not: Leyla Yılmaz’ın başı sonu belli, takip edilebilir bir hikâye anlatan, çoğunlukla iyi oyunculukları ve farklı bir derdi olan “Bilmemek”i bunun dışında. Her daim farklı bir dili, bir duygusu, anlatılmaya değer bir hikâyesi olan Ümit Ünal’ın çocuk yaşta yaşadıkları aşkla hayatları alt üst olan iki kadının hikâyesini anlatan “Aşk, Büyü Vs”si ise sadece ulusal yarışmada bir inci gibi parlamıyor, son dönem Türkiye sinemasında da yeri ayrı bence. Ona ayrı bir gün yer ayırmak isterim ama Selen Uçer ile Ece Dizdar’ın su gibi, abartısız, incelikli oyunculuklarının verdiği keyiften söz etmezsem olmaz. Öyle tatlıydılar ki günlerdir daralan ruhum bir nefes aldı. Bir filmin tek işlevi seyirciye sebebi anlaşılamayan bir bunalıma sürüklemek olmamalı değil mi?
Son olarak, gösterimi talihsiz bir şekilde Pınar Gültekin’in öldürüldüğünü öğrendiğimiz güne denk gelen ve adeta o cinayeti anlatan bir sahneyle açılan “Ceviz Ağacı”ndan söz etmek istiyorum. Faysal Soysal’ın filmi, “yazma yeteneği körelirken evliliği de çökmekte olan” bir yazarın; Hayati’nin (Serdar Orçin) hikâyesini anlatıyor. Annesinin bahçesinde yine çökmekte olan bir ağaç var, babasının ölüm sebebini ve geçmişi kurcaladıkça yalnızlığı derinleşmekte. Görüldüğü gibi bir filmin olmasa olmazları bir arada.
Fakat çökmekte olan bir evliliği olduğuna göre bir de karısı var Hayati’nin. Anlıyoruz ki yazma yeteneğini yitirmişse sebepsiz değil, karısı yüzünden. Sezin Akbaşoğulları’nın oynadığı Yaprak, boşanmak istediği kocasına aşırı kötü davranıyor, onu yalnızken ve insan içinde her fırsatta aşağılıyor, yatağına çiçekler getiren adamın iktidarsızlık problemi olduğunu cümle âleme duyuruyor, zaten başka biriyle ilişkisi var. Hani şu “Öldürdüm ama niye öldürdüm bir sorun hâkim bey” sorusunu izleyebilecek ‘hafifletici’ sebeplerin birini değil hepsini barındırıyor bünyesinde. Üstüne üstlük de kötü bir ressam. Elle tutulur hiçbir olumlu özellik verilmemiş kendisine. Zaten film de onun akıbetiyle pek ilgilenmiyor. “Kadın yok kadın yok dedin, al sana kadın” değil mi?