Burak Çevik’in Adana Altın Koza’da gösterildiği günden itibaren birbirini doğurarak büyüyen tartışmalara yol açan filmi “Hiçbir Şey Yerinde Değil”, Başka Sinema salonlarında gösterime girdi bu hafta. Filmin tartışma yaratma nedeni, 1978 yılının 8 Ekim gecesinde Ülkücü Gençlik Derneği bağlantılı, silahlı bir grubun Ankara Bahçelievler’de bir evi basarak yedi TİP’li genci vahşice öldürdüğü korkunç geceye; ‘Bahçelievler katliamı’na odaklanması. Hiçbir yerde Bahçelievler adı geçmese, karakterlerin isimleri olmasa, filmin başında sadece ‘gerçek bir olaydan esinlenilmiştir’ ibaresi yer alsa da bunu biliyoruz. Zaten Burak Çevik de bu konuyla ilk karşılaşıp kanını donduğu an olarak çocukluğunda babasının kütüphanesinden rastgele çektiği, olayın baş faili Haluk Kırcı’nın ifadelerinin yer aldığı kitabı gösteriyor. Fakat o gece üzerinden dönem odaklı bir anlatı kurmak, daha anonim hâle getirmek adına bazı maddi gerçekleri değiştirmiş.
Böyle çığır açan, etkileri kendisinden yetmiş yıl sonraya uzanan önemli bir oluşumun hikâyesinin bugüne kadar enine boyuna anlatılmamış olmasına hayret ede ede izlediğim bir belgeselle karşılaştım, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde: Nurgül Bayram imzalı “Gençlik Tiyatrosu” belgeseli. Aykut Oray, Cüneyt Türel, Erol Keskin, Halit Akçatepe, Metin Serezli, Nisa Serezli, Şemsi İnkaya, Tuncel Kurtiz, Ülkü Tamer gibi birçok sanatçının ilk kez sahneye adım attığı, Sermet Çağan, Aydın Engin, Güngör Dilmen, Necati Cumalı, Osman Arolat, Turgut Özakman, Vasıf Öngören gibi yazarların ortaya çıkmasına önayak olan, hani yerli yersiz kullandığımız ‘ilham veren’ sıfatını gerçekten hak eden bir topluluğun heyecan veren macerasını yaşayanların, tanık olanların ve onların çocuklarının ağzından dinliyoruz. Gün yüzüne çıkmamış fotoğraflar ve arşiv görüntülerine yer veren, araştırma sürecinin beş yıl sürmesine şaşırılmayacak bir belgesel.
Türkiye’de değişim
61.Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali cumartesi akşamı ödül töreniyle sona ererken biz de memleketin sinemasına ve ruh hâline dair epey fikir veren bir haftayı tamamlamış olduk. Söylenebilecek ilk şey: Durum hiç iç açıcı değil. Ne ruh hâli bakımından ne sinema bakımından.
Antalya’da da Adana’da olduğu gibi olay en çok ulusal uzun metraj yarışması etrafında dönüyor. Tabii kısa filmler ve belgeseller de var. Hatta ortak fikir, kısa filmlerin gittikçe yükseldiği, bu sene uzun zamandır görülen en iyi kısa film seçkisiyle karşılaştığımız yönünde.
Maalesef aynı şeyi uzun metraj yarışması için söylemek mümkün değil. Hatta tam tersini konuştuk durduk bir hafta boyunca. Tamamı Türkiye’de ilk kez seyirci karşısına çıkan 12 film izledik. Bazılarının son çıkışı olma ihtimali yüksek, ön jüriden nasıl geçtiklerini anlamak zor. Hani olmuyorsa eğer ille 12’ye tamamlamamak, misal sekizde bırakmak (epey iyimser bir sayıyla), seyirciyi sinemaya küstürmemek de bir seçenek
Antalya’da alıştıklarımızdan farklı bir Altın Portakal’ın ortasına gelmiş durumdayız. Geçen yıl 60. festival iptal edilmişti hatırlanacağı gibi. Bu yıl festival yeni yönetimiyle 60. yıl gibi ama aslında değil gibi, “Hikâyemiz birlikte / ‘Biz’ varız bu filmin içinde” gibi bir sloganla yeni bir yol çizmeye gayret ediyor. Gördüğüm kadarıyla etrafta kaçıncı festival olduğuna dair bir ibare yok, biraz yara almış bir 60 diyebiliriz belki.
Tabii ki en çok Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nın konuşulduğu bir festival bu da, her zaman olduğu gibi. Kısa Film ve Belgesel yarışmalarının gösterimlerinin de kolay yakalanabilecek saatlere konup iki kere tekrarlanmaları isabetli olmuş. Ama işte hâlâ başrol uzun metrajların. Her gün saat 16.30 ve 19.00 seanslarında bir uzun metrajlı yarışma filmi ekip katılımlı gösterimiyle gala yapıyor ve o güne damgasını vuruyor. İlk iki gün gösterilen fimlerden Necmi Sancak’ın yönettiği, Binnur Kaya’nın başrolünü oynadığı “Ayşe”nin ve senaryosunu Erdi Işık’ın yazdığı,
Masal olabilirlerdi aslında. “Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde” diye başlayabilir, masal bu ya, peri padişahının beyaz atı kaçıp dağ köylerinden birinde yaşayan Ahmet’in bahçesine girebilir, Ahmet atı alıkoyabilir, padişah dört yana haber salabilir, atını alıkoyanın kellesini isteyebilir, ancak güzeller güzeli kızının gönlü Ahmet’e kaydığı için katı kalbi yumuşayabilir, iki âşık engelleri aşıp kavuşabilirdi pekala. Onlar beyaz ata beraber binerek muratlarına ermiş biz kerevetine çıkmış olabilirdik.
Ama Gülbahar (Yeliz Şatıroğlu) ile Ahmet (Cihan Kurtaran) masalın değil Yaşar Kemal’in 1970’te yayımlanan “Ağrı Dağı Efsanesi”nin talihsiz âşıkları. Gülbahar’ın babası zalim mi zalim Mahmut Han (Hakan Örge). Ahmet’in canını almaya kararlı, en sevdiği kızını zindana attıracak kadar şakası yok. Gelgelelim Gülbahar ile Ahmet’in aşkı dillere öyle bir destan olur ki Ağrı Dağı’nın eteklerinden Van gölünün kıyılarından kalabalıklar ayaklanıp saraya akın eder. Mahmut Han korkup
Bir Adana Altın Koza Film Festivali’ni daha geride bıraktık, henüz geride bırakamadığımız konu işin medyaya ve Adana dışındaki seyirciye yansıma şekli. Çünkü bu bir film festivali ve normal koşullarda Türkiye prömiyeri yapan filmlerden, çoğu ilk uzun metrajını çeken yönetmenlerden (ulusal uzun metraj yarışmasındaki 11 filmden sekizi), Türkiye sinemasına geleceğini umduğumuz taze kandan ve de ödüllerden söz ediyor olmalıydık. Daha ziyade Serenay Sarıkaya’dan ya da Mehmet Aslantuğ ile Levent Özdilek’in arasında bir soğukluk olup olmadığını konuşuyor olmamız maalesef sinemaya – sanata hayatımızda verdiğimiz yerle alakalı.
Adana’dan ödül gecesi üç kanala canlı yayın yapıldı ve o yayınlar orta yerde kesildi. Böylece ekran başındakiler sadece Özlem Gürses’in sunumunu, Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar’ın konuşmasını ve ödül töreninin de küçük bir parçasını görebildi. Oysa belli ki bütün tören bu canlı yayınlara göre kurgulanmış, normalde gecenin
Haberi daha ben Adana’ya varmadan gelmişti, Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda gösterilen filmlerden biri, dakikalarca ayakta alkışlanmıştı. Filmi görene kadar karşılaştığım neredeyse herkesten onu dinledim: “Hemme’yi gördün mü?” Ve sonunda Murat Fıratoğlu’nun ilk uzun metrajı “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri”, 31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde büyük ödülün; en iyi film ödülünün sahibi oldu. Nadir rastlanır şekilde, seyirci – pek çok eleştirmen (Siyad Ödülü de ona gitti) ve jürinin üzerinde duygu birliğine vardığı bir film olarak. Bu halayla başlayıp halayla biten, ödülü verirken jüri başkanı Nuri Bilge Ceylan’a coşku dolu bir konuşma yaptıran filmin yönetmeni Murat Fıratoğlu, 1983 Siverek doğumlu bir avukat. Filminin hem senaristi hem yönetmeni hem yapımcısı hem de başrol oyuncusu. Çok küçük bütçeyle çekmiş filmi ve başka oyuncu bulamayacağını düşünmüş. Nuri Bilge Ceylan’ın
Bir süredir dillere pelesenk olan ‘kadın filmi’, ‘kadın hikâyesi’ gibi tanımlamalar fazla bir şey vadetmez oldu. İçinde daha fazla kadın dolaşıyor var diye o film kadın filmi olmuyor. O kadınlar gerçekten boyutlu karakterlere dönüşebiliyorsa hayatta gerçek bir dertleri, amaçları, istekleri, bunlar adına aldıkları kararlar, attıkları adımlar, verdikleri bir mücadele varsa anlamlı oluyor anlatılan hikâye. Ve seyirciye de gerçekten ulaşıyor, dokunuyor o zaman.
Seyir Derneği tarafından düzenlenen Ayvalık Uluslararası Film Festivali, beş (açılış filmi “Megalopolis” ile birlikte altı) günlük yoğun programını bitirip veda ederken geride bıraktığımız haftaya dönüp bakınca en çok konuşulan filmlerin hep o hiç de ‘sıra dışı’ olmayan kadın hikâyelerini anlatanlar olduğunu görüyorum. Bu festivalin en hoş yanlarından biri bence gerçekten film konuşulan bir festival olması. Yarışma yok, stres yok, kimse kimsenin rakibi değil, neden konuşulmasın?
Festival ekibi bu yıl kadın hikâyelerinin ağırlıkta olduğu