Dün sabah saatlerinde Twitter’da aynı vapurda çekilmiş çeşitli videolar dolaşmaya başladı. Adı Beyoğlu olan şehir hatları vapuru, sabah 09.15 seferini yaparak Kadıköy’den Beşiktaş’a gitmesi beklenirken hareket etmemiş. Neden? Bir sokak köpeği binmiş vapura. Neyse ki şu kurduğum cümlenin karşılığı hâlâ birçok insan için “Eee?”. Hepimizin bildiği gibi İstanbul’da sokak köpekleri yaşamakta. Zararsız, aşılı, kısırlaştırılmış, ‘küpeli’ler. Vapur da evimizin salonu değil, orada köpekle karşılaşmakta çok şaşılacak bir şey yok. Bu şehirde hayvanlar mağazalarda ısınırlar, metro istasyonlarında uyurlar, toplu taşıma araçlarına binerler. Bakınız dünyaca ünlü gezgin köpeğimiz Boji. Sonunda Ömer Koç tarafından sahiplenildiğini okuduk ama ondan önce kendisi otobüsten inip tramvaya binerek şehri dolaşırdı, insanlar da fotoğraflarını çekip sosyal medyada paylaşırdı. Fakat insanın oyunları biter mi, birisi tramvaya dışkı bırakarak Boji’ye iftira atmış, neyse ki kamera görüntüleri gerçeği
Bize en yakın insan kimdir acaba? Hakkımızda en çok şey bilen… Güne mutlu mu nemrut mu başladığımızı, kahveyi nasıl içtiğimizi, en çok hangi yemeği, hangi rengi, hangi çiçeği sevdiğimizi, hangi filmde ağladığımızı, âşık olunca hangi şarkıyı dinlediğimizi… Nelerden heyecanlanıp nelerden utandığımızı… Ne bileyim gelecekten ne beklediğimizi, hayatımızı nerede, kiminle geçirmeyi hayal ettiğimizi…
Mesela anne babamız gerçekten bilir mi bize dair bütün bu detayları? Baksanız her sabah aynı evde beraber uyanıp akşam aynı çatı altında uyuyarak yıllar geçirmişizdir. “Beni en iyi tanıyan annemdir, babamdır” diyebilir miyiz? Yoksa onlara göstermeye cesaret ettiğimizle kendi hayal ettiklerinin karışımı kadar mıyızdır onların gözünde? Çok sevdikleri o insan tanımadıkları biri midir aslında?
Bir aydır hayatımıza hâkim olan en güçlü duygu “kayıp” iken, her birimiz bugünün kıymetini “olmayabilecek” bir yarının gölgesinde daha fazla hissederken, “en yakınımız” dediğimiz birini
Kendimizi hiçbir yerde hiçbir anda ‘iyi’ hissedemediğimiz bir dönemdeyiz. Depremin birebir etkilediği illerden birinde yaşamıyorsak da aklımızın, kalbimizin bir kısmı sürekli orada, iyi ki de öyle. Dayanışma tutunacak tek dalımız çünkü. Sürekli konuştuğumuz konulardan biri de bu dayanışmanın sürekliliği. Bu belli ki uzun bir koşu ve bütün enerjimizi tek atımda tüketmeden zamana yaymak gerek. “Bu maratonda bana nasıl bir pay düşer, şu an orası için ne yapabilirim?” diye düşünenler için bölgedeki yerel üreticilerden, satıcılardan alışveriş etmek iyi bir seçenek. Peki, nasıl ulaşacağız onlara?
Geçen gün online alışveriş platformlarında sarı kantaron yağı ararken ‘afet bölgesinden satıcı’ diye bir ibareye rastladım. Adı Darboğaz Doğal Yöresel Ürünler olan işletme hem bir kadın girişimciye aitti hem de Adana’da faaliyet gösteriyordu, civanperçemi çayı, kantaron yağı kremi, zeytin yaprağı, kiraz sapı çayı, propolis gibi az sayıda makul fiyatlı ürünü vardı.
Maalesef hâlâ ‘geçirdiğimiz’ bile diyemediğimiz, bu hafta bir de Defne merkezli 6.4’lük sarsıntıyla kendini hatırlatan deprem, başka bölgelerde (mesela Marmara’da) yaşayan bizler için derin bir üzüntünün - yas duygusunun yanında utanarak dile getirdiğimiz bir korkuyu da ifade ediyor: İstanbul depreminde ne olacak? En yakınlarımıza bile zor itiraf ediyoruz, aklımızdan geçince kendimizi bencillikle suçluyoruz, “Şimdi öncelik bu değil” diyoruz ama insanın düşünmemesi mümkün değil. Ayrıca bir şeyler de daha fazla kayıp vermeden düşünülse keşke.
Tabii bu depremi düşünmeyi erteleme, aklına gelince öteleme halinde -bireyler için söylüyorum- en önemli sebep çaresizlik duygusu. Evim sağlam mı değil mi, nasıl öğreneceğim? Öğrenip ne yapacağım? Kendi adıma, üç yıl önce kiralık ev bakarken binaların depreme dayanıklılık durumuna dair elle tutulur tek bir bilgi edinememiştim. Korkmuyor muydum? Korkuyordum. Ama bir eve girmek gerekiyordu, hiçbir binanın deprem raporu yoktu,
Daracık bir mutfakta, plastik kap kacak, kulpu kırık tencere tavayla, iki üç malzemeyle bir şeyler pişiren kavruk ve mahcup bir oğlan çocuğu olarak çıkmıştı karşımıza Taha Duymaz. Alıştığımız anlamda ‘fenomen’ olacak hiçbir yanı yoktu yaptığı yayınların ne ışığı ışık ne imajı göz alıcı, ne kurduğu cümleler havalı. Ama açtınız mı bitirmeden bırakamıyordunuz. Çok samimi, çok ‘kendi’ydi, çok da yetenekli ve hevesliydi. 12 çocuklu ailenin en küçük oğluydu, Hatay Yayladağı doğumluydu. Küçük yaşta kendi omuzlarına ailesine iyi bir hayat vermek gibi bir sorumluluk yüklemiş, ilkokul dördüncü sınıftan sonra okumamış, çöplerden teneke, dağlardan kekik toplayıp satarak evin geçimine katkıda bulunmuş, bir yandan da yemek yapmayı öğrenmişti. Toplumun ‘erkek’ olma şartlarıyla da o yaşta tanışmıştı dolayısıyla. “Erkek eliyle hamurun içinde ne işi vardı?”
Taha Duymaz
Videoları tıklanıp üç beş kuruş kazandıkça sosyal medyanın acımasız yanı da çöktü
Kurulacak her cümlenin fazla geldiği bir acı yaşanırken tutunacak en güçlü dal, dayanışma, yardımlaşma, birbirinin halinden anlama, elinden tutma… O söze gelince çok anlam yüklediğimiz ‘insanlık’ en çok böyle durumlarda sınanıyor. Sen daha başına gelen felaketi idrak edememişken, dünyanın öbür ucundaki bir memleketten hiç tanımadığın insanlar toparlanıp yanına koşuyor, neredeyse ‘düşman’ kabul ettiğin komşu ülkenin yardım ekibi enkazın başına ilk gelen oluyor. Korkunç 6 Şubat depreminde bir kez daha yaşadık bunu. Türk ve Yunan kurtarma ekiplerini, birlikte göçükten çıkardıkları çocuğu taşırken gördük. Bir can kaybı karşısında birbirlerine sarılıp ağlarken gördük. “Bunlar bireysel tepkiler” diyenler için, Yunanistan Başbakanı Kiryakos Miçotakis’in Türkçe yazdığı “İçimizi acıyla dolduran görüntüleri, bizi umutla dolduran görüntüler takip ediyor. Yunanlar ve Türkler yan yana, hayat kurtarmak için birlikte
Dünyaya bir görevle gelmek, ‘belli bir yaşa’ gelip hâlâ misyonunu yerine getirememişsen eksik kabul edilmek, anne babandan başlayarak bütün yakın-uzak akrabalara, meraklı konu komşuya, ne bileyim yıllardır görmediğin eski sınıf arkadaşına konuyla ilgili rapor/hesap vermek zorunda olmak ve bu hesabın hiç kapanmaması… Kadın ve annelik meselesi özellikle bizimki gibi toplumlarda bitmeyen bir sorgu-sual konusu gerçekten. Doğursan da doğurmasan da uyman gereken ‘norm’lar var. Öncelikle çocuk doğurmayı isteyeceksin. Aksi söz konusu değil. “Ben anne olmak istemedim” demek, ben sevgisiz bir insanım, çocuklardan hoşlanmıyorum, insan soyunun çoğalmasında (şart mıdır diye düşünmeden) üzerime düşen payı yerine getirmeyi reddediyorum, öylesine bencil, duyarsız, sorumsuz biriyim cümlelerini sıralamakla eşdeğer. Sözü “Yaşlanınca sana kim bakacak?” diye bağlamak asla bencillik değil, dünyaya çocuk getirmemek bencillik. “Çocuğa senin yaşlılık günlerin için bir sigorta, bir yatırım
Kedilere, köpeklere -ve dahi gelinciklere- mikroçip taktırarak onları kayıt altına alma, kimliklendirme işlemi yıl bitene kadar gündemimizi meşgul eden konulardandı. Biz derken evinde, bahçesinde kedi köpek (gerçekten gelincik besleyen de var mı?) bakan arkadaşlarımızı kastediyorum tabii. Beraberinde bir dolu soruyu getiren bir uygulamaydı bu, hatırlarsanız. Değil hayvan sahipleri, veteriner hekimler bile final düdüğü çaldıktan sonra neler olacağını öngöremiyordu. Benim gibi hayvanını bir kafese koyup kliniğe götürmekte zorlananlar, ona takılan mikroçipin sekiz - on yıl içinde kansere yol açabileceği söylentilerinden tedirgin olanlar, başka bir canlının bedenine bu şekilde kalıcı bir müdahalede bulunmaya hakkımızın olup olmadığını sorgulayanlar kararsızlıklar içinde tükettik bize tanınan süreyi. Bu arada zaten mikroçipler ve kimlikler tükendi. İstesek de taktıramıyorduk, malzeme yoktu elde. “Nasıl olsa süre uzatılır” dedik, uzatılmadı. Ama Tarım ve Orman Bakanlığı’nca şöyle bir imkân yaratıldı: Yıl sonuna kadar