Turizm sezonu açılamadı ama orman yangını sezonu açıldı, şükür. Antalya gelen giden olmadığı için kan ağlıyor ama insanımızdaki daha fazla otel, işletme, tatil köyü merakında azalma yok. Sanki tesis olmadığı için gelmiyor insanlar. 2014 yılında Adrasan’da 125 hektar orman yanıp kül olmuştu. Üstelik tam da 28 Haziran’da. O zaman da aynı şeyleri söyleyip durmuşuz. Yıllardır imara açılmaya çalışılan Adrasan’da bunun son adım olduğunu. Yetkililer teminat vermiş buraların yeniden ormana dönüştürüleceğine, başka amaçla kullanılamayacağına dair ama o kadar çok yaşadık ki aksini, kimsenin inanası yok.
Her yer imara açıldı
Bodrum’un haline bakın. Olmayacak her yer imara açıldı. Dağ tepe beyaz bir yığın halinde. Çünkü evleri beyaz yapıp pencere kenarlarına da ‘Bodrum mavisi’ şerit çekince, bölgenin dokusuna uyum sağlamış oluyorsun. Yeşil diye bir şeye zaten ihtiyaç yok, duvar dibine begonvil ekersin, neyine yetmez?
Doğal güzelliğini ısrarla koruduğu için sürekli topun ağzında olan Adrasan’da da zaten bir süredir yöre halkı daha önce yanan - yakılan hangi eski ormanlık arazinin kime satıldığını konuşuyordu ki, 2014 büyük yangınının yıldönümünde 150 hektar ormanı daha iyi ettik.
‘Asıl yanan
TÜBİTAK’ımız yepyeni bir işlev kazandı son yıllarda. Projen parlak mı değil mi, dünyada kabul görür mü görmez mi, oraya sunarak anlayabiliyorsun. Baktın ki umursamadılar, uluslararası başarılar yakın, önün açık demektir, buradan devam et.
İlayda Şamilgil vardı daha önce, basınımız onu ‘TÜBİTAK mağduru’ sıfatıyla anar. Bana kalsa mağdur olan TÜBİTAK. İlayda, özel MEF okullarında öğrenciyken sıvılardaki su oranını kolay ve ucuz yoldan ölçen mıknatıslı bir sistem yaratmış ve bu fizik projesiyle TÜBİTAK’ın yarışmasında dereceye giremezken 80 ülkenin katıldığı First Step to Nobel Prize in Physics (Nobel Fizik Ödülüne Doğru İlk Adım) yarışmasında dünya birincisi olmuştu.
Eğitimine ABD’de devam ediyor ve NASA’nın Mars’a giden roketlerle ilgili projesinin ekibine seçildi.
Şimdi yeni bir ‘TÜBİTAK mağduru’ proje başarısıyla daha karşı karşıyayız: Habertürk’ten Pervin Kaplan’ın haberiydi; Antalya TED Koleji’nden 10. sınıf öğrencisi Mehmet Can Dursun ile 11. sınıf öğrencisi İrfan Efe Boztepe, şeker hastalarının iyileşmeyen yaraları için yengeç ve karides kabuklarından yara bandı üretmiş.
Kendinizi koyun yerlerine, daha yaşınız 18 bile değil, yaşıtlarınız genel eğilim olarak whatsapp’ta “inş cnm”
Mahallede kulaktan kulağa dolaşan fısıltılar: Cambaz Rasim dün gece bu dünyadan göç etti. Nasıldı, nedendi, hay Allah, tam da ayaklanmıştı, niye böyle oldu... Ve hemen asıl ‘dünyevi’ meseleye dönüş: Peki şimdi ne olacak?
Cambaz Rasim’in vasiyetiydi, çocuklarını, torunlarını büyüttüğü bahçesine gömülmek. Oğluna yemin ettirmişti, görenler vardı. Bütün mahalleliye de Kuran’a el bastırarak söz verdirmişti, kimse satmayacaktı bahçesini aç gözlü müteahhitlere. Bu meyve ağaçlarının gölgesi daha kaç kuşağı büyütecekti.
Ama işte kendisi artık kalkmayacak gibi göründüğü uykusundayken oğluyla kızı el çabukluğuyla satıvermişlerdi bahçeyi. Beklenmedik şekilde uyanan babalarına çaresizlik içinde bahçeyi satmanın belki de o kadar kötü bir fikir olmayabileceğini gevelerken, hık diye gidivermişti Rasim. Yoksa üzüntüsünden mi ölmüştü?
İkinci Kat’ın, ünü kulaktan kulağa yayılarak büyüyen oyunu ‘Cambazın Cenazesi’ni izleme girişimlerim defalarca bir takım engellere takılmıştı. Nihayet bu hafta mümkün oldu yakalamak. Firuze Engin’in İkinci Kat izleyicilerince belirlenen ‘dönüşüm’ teması, etrafında yazdığı oyunu Berfin Zenderlioğlu meddah ve gölge oyunu geleneklerine yaslanarak sahnelemiş.
Camb
Zaytung hakikaten işlevsiz kaldı ülkemizde. “Yok artık, şaka mı?” diyeceğiniz her şey bire bir yaşanıyor, mizah üretmeye ne hacet?
Yard. Doç. Dr. Güner Coşkunsu, Harvard mezunu bir arkeolog. 2011’de Mardin Artuklu Üniversitesi’nde Arkeoloji Bölüm Başkanı olarak işe başlıyor. Kendisini sit alanlarının yağmalanmasıyla, Mardin Müzesi’ndeki usulsüzlüklerle mücadeleye, kültür varlıklarının
korunmasına adıyor.
Her bu tür çaba gibi de karşılığını mobbingin âlâsı, tehditler ve hakaretler şeklinde alıyor. Biz de bunları 2014 yılında Facebook duvarında isyan ettiği zaman Radikal’den Ömer Erbil’in haberiyle öğreniyoruz.
O zaman aldığı tehdit mesajları arasında “İş akdinin yenilenmesi de yakın” hatırlatmaları vardı, nitekim hakaret ve mobbing davalarını kazanmasına rağmen üniversite yönetimi 2015 Ağustos ayında iş akdini feshetti.
Şimdi de üniversitenin oluşturduğu komisyon Coşkunsu’nun odasında ve depolarda bulunan paleolitik döneme ait eserlerin hesabını soruyor. “İzinsiz yüzey araştırması yaptığı, etütlük ve envanterlik eser topladığı” gerekçesiyle suç duyurusunda bulunuyorlar.
Topladıklarını ne yapmış, evine mi götürmüş? Hayır, üniversitenin depolarında muhafaza ediyor.
Bu ülkede tam 13 yıldır düzenlenmekte olan ve bence hiç de hak ettiği sesi getiremeyen bir festival var: Gümüşlük Klasik Müzik Festivali. Piyanist Eren Levendoğlu, Gülsin Onay’ın da desteğiyle çıktığı yolculuğu her yıl biraz daha öteye taşıyor.
Bu yıl işin içine caz tınıları da eklemiş ve sahiden çok heyecan verici bir program hazırlamış. Bir kere üç başlığa ayrılmış konserler: Suda Caz, Kumda Gitar, Taşta Klasik. 11 Temmuz’da Norveçli efsane trompetçi Nils Petter Molvaer geliyor,
ENKA Kültür Sanat iş birliğiyle.
Simin Tander, Norveç Büyükelçiliği’nin etkinlik sponsorluğunda davet edilen Hakon Kornstad, Muğla Büyükşehir Belediyesi Caz Orkestrası, Emin Fındıkoğlu + 12 ve de yine Norveç’ten Kristin Asbjornsen ile Olav Torget, bu serinin diğer konukları.
Bridgestone’un desteklediği Kumda Gitar konserleri, gün batımında dünyaca ünlü gitaristleri konuk ediyor. Capetown’lı Derek Gripper, Hasan Meten & Erdem Sökmen ikilisi, İrlandalı gitarist Redmond O’Toole, Polonyalı Marek Pasieczny’i, Golfam Khayam ve klarnetçi Mona Matbou Riahi’den oluşan Naqsh Duo Gümüşlük’ü şenlendirecek isimlerden bazıları.
Taşta Klasik zaten festivalin yıllardır devam eden ana dallarından biri. Açılış
2016 Avrupa Şampiyonası D Grubu ilk maçında Hırvatistan’a yenilen Milli Takım, ikinci maçında da İspanya karşısında 3-0 mağlup oldu. Üzüntüyü, kırgınlık, kızgınlık gibi duyguları anlayabiliyorum. Hayal kırıklığını da.
Fatura da bir ya da birden fazla kişiye kesilecektir elbet. Ama bunların arasında Buse Terim olabilir mi? Teknik direktör Fatih Terim’e kızıp acısını kızından, hatta bir de karnındaki bebekten çıkartmaya kalkmak ne derece hastalandığımızın göstergesi değilse ne?
Nasıl bir kadın düşmanlığı, nasıl bir ürkütücü öfke. Buse Terim’e hitaben twitter’da yazılanları burada tekrar etmeye kalkışsam yayınlanması mümkün değil. Neredeyse her kelimesini sansürleyerek aktarmaya çalışırsam, mealen “Doğmamış çocuğun ölsün ki sen de bizim çektiğimiz acıyı anla” gibi abuk subuk noktalara gidiyor.
Evet, tepeden tırnağa her unsuru erkek olan bir mekanizmanın yenilgi ayağında karşımıza kadın çıkıyor. Babasının kızı olmak dışında nasıl bir sorumluluğu olduğunu bilmiyoruz ama ceza çekmesi gerektiği konusunda hemfikiriz, ne güzel. İşte sana toplumsal konsensus.
Sosyal medyada fotoğraf paylaşmanın son adımı olarak geldiğimiz ‘nofilter’, ‘nomakeup’ furyasında yeni bir noktadayız. Önce sabah gözümüzü ele güne “Günaydın” diyerek açmaya alıştık. Tabii o bir tek kedilerimizin köpeklerimizin ve - varsa - birlikte uyandığımız insanın gördüğü yüzümüzü yabancılara göstermek istemediğimizden rimelimiz, rujumuz ve imdadımıza yetişen buğulu filtrelerimizle. Herkes prensesler gibi uyanıyor uykusundan, ne mutlu.
Gece yatış, aynı şekilde. “Ben yattım, size iyi geceler” pozları uyumaya değil katalog çekimine hazırlanır gibi. “Takma kirpiğinizi çıkaraydınız bari, uykuda yapışacak” demek geliyor insanın içinden. Ama kadın dediğin her daim bakımlı, ömür boyu fit, her dem taze olmakla yükümlüdür. Öyle değilse de öyle görünmekle. Olduğun gibi görünmek de ne demek? Hele hele ünlüysen.
Açın internet sitelerini, kaç tane ‘makyajsız halini görünce şok geçireceksiniz’ foto galerisi var, sayın. Ayıp bir şey, kapatıcılarını, fondötenlerini, allıklarını sürmeden insan içine çıkmak. Bizde de böyle, dünyanın dört bir yanında da.
Güzelim kıvırcık saçlarıyla sevimli çilli yüzünü yıllardır fönlerle, fondötenlerle saklayan Alicia Keys, nihayet isyan bayrağını açtı ve
Sosyal medya üzerinden üstü örtülü ve açık tehditlere, aba altından ve üstünden sopa göstermelere, bazen kimlik gizleyerek, çoğu zaman buna bile gerek görmeyerek gözdağı vermelere alıştık da, bir vakıf başkanının çıkıp basın toplantısı yaparak toplumun koca bir kesimini tehdit ettiğini görmemiştik daha önce.
Bu da oldu. Alperen Ocakları Vakfı İstanbul İl Başkanı Kürşat Mican, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de her yıl haziran ayının son haftasında yapılan LGBT onur yürüyüşüne engel olacaklarını açıkladı.
Evet, ifadede yanlışlık yok. Yapılmaması için çağrıda falan bulunmuyorlar, “Yaptırmayacağız” diyorlar.
“Ecdadımızın ağır bedeller ödeyerek bizlere miras bıraktığı bu topraklarda ahlaksızların fantezi yapmasına müsaade etmeyeceğiz” diyorlar.
Ne fantezisi Allah aşkına? Anayasaca korunan toplanma ve gösteri yürüyüşü yapma haklarını kullanıyor, Taksim’den Tünel’e şarkılar, sloganlar eşliğinde yürüyorlar, hepsi bu. Metinde iddia edildiği gibi bunun ‘halkın sinir uçlarına’ falan dokunmadığını, yoldan geçen çoluklu çocuklu ailelerin, pencereden sarkan esnafın da el sallayarak, alkış tutarak yürüyüşe eşlik ettiğini gözlerimle gördüm defalarca.
Kimse tuhaf anlamlar yükleyip