Yıllardır tartışılıp duran ama hayata geçeceğine ihtimal vermediğimiz ‘cinsel suçlara kimyasal hadım’ yöntemi önceki gün Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi ya, bir kısım insana neden bunun iyi bir fikir olmadığını anlatmak zor oluyor. Ne var değil mi halbuki, tecavüz edene, hele hele çocuk istismarcısına acıyacak mıyız? Az bile, ilaç neymiş, keselim gitsin! Sosyal medyada genel eğilim bu. Sanki yıllardır özlediğimiz adalete kavuşmuşuz. İnsan da durup dururken bir tecavüzcüyü savunuyor gibi bir duruma düşüyor.
Halbuki anlaşılmayacak bir şey yok: Ortada, toplumumuzun baş belalarından olan bir meseleyi önlemek, kökünü kazımak yerine olayı bireysel bir hastalık gibi görerek ‘tedavi’ etmeyi öneren bir yöntem var. Hatta yönetmelikte de ‘hadım’dan değil ‘tedavi’den söz ediliyor. Tam olarak aktarmak gerekirse: “Tıbbi tedavi, söz konusu hükümlülere yönelik olmak üzere ayakta veya yatarak ilaçla veya ilaçsız olarak veya her iki usul ile cinsel dürtünün azaltılmasına veya denetimine yönelik tedavilerle cinsel isteğin azalmasını veya yok edilmesini sağlayacak.”
Bir kere bu, her şeyden önce insan haklarına aykırı. Tıp etiğine de. Kimseyi isteği dışında ilaç almaya zorlayamazsınız.
Çocukluğumdan kalma bir duygum var Işıl Yücesoy ile ilgili; adını duyunca ayağa kalkıp önümü ilikleme isteği. Yıl 1978’miş ‘Ya Seninle Ya Sensiz’ diye ortalığı yıkıp geçişi, onun bütün şarkıcılardan çok başka olduğunu fark etmişim bir şekilde. Bir kere sesi kalındı ve çok güçlü. Kendisi uzun boylu ve gösterişli. Yani baştan aşağı heybetli, gümbür gümbür bir kadındı. “İstersen öldür beni, istersen güldür beni” diyordu şarkıda da kimin haddine acaba?
Sonra görmez olduk onu şarkı söylerken. Nasıl bir gecede şarkı söylemeye karar verip, bütün şuursuz yapımcılar onu geri çevirince üç kuruşunu bir araya getirerek kendi firmasını kurup plaklarını bastıysa, aynı şekilde peçetelerin havada uçtuğu gazinolardan bezip bırakıvermiş müziği meğer.
Neyse ki oyunculuğu bırakmamış da Devlet Tiyatrosu sahnelerinde izledik bu pop müziğin en karizmatik kadınını. ‘Orkestra’ bugün gibi aklımda. Ama bence müziğe 35 yıl ara vermesi kabul edilir gibi değil.
Neyse, ne demek lazım, hatanın bir yerinden dönülmesine de şükür, Hakan Eren’in Ossi Müzik’i sayesinde eski şarkılarını bir CD’de bulabildiğimiz Işıl Yücesoy, aynı firmadan ‘Zamansız’ adlı bir albümle geri döndü. Kendisinin
Türkiye tarihindeki darbeleri ya da karışık siyasi dönemleri, 6 - 7 Eylül gibi karanlık zamanları aklı erecek yaşta yaşayanlardan dinlerken, bir şey dikkatimi çekerdi. Söz döner dolaşır, bir cümleye gelirdi: “Sonra işte komşu komşuyu ihbar etmeye başladı”. Yani işlerin geldiği son nokta bu, o derece.
Anlardım ki en çok can yakan bu. Tutuklanmak, yargılanmak, işkenceler, sürgünler evet, ama komşunun komşuyu ihbar etmesi, başka bir çöküşün işaretiydi. Bu toplumun üzerine kurulu olduğu - en azından öyle olmasıyla övündüğümüz - ahbaplık gibi, arkadaşlık gibi, bir kahvenin 40 yıl hatırının olması gibi, komşuluk gibi işte en kestirmesinden komşuluk gibi, şeylerin hiçbir anlamı kalmadığını gösteriyordu.
Sen dün bakkalda selamlaştığın, tuzun bitince kapısını çaldığın, akşam bir manisi yoksa çekirdeğini alıp oturmaya gittiğin adamı gözünü kırpmadan polise teslim edebiliyordun. Ama işgüzarlıktan, ama korkudan, ama senin gibi düşünmediği için içten içe bilendiğinden, önemi yok. Önemli olan senin durumdan vazife çıkartman ve komşuluk hakkı diye bir şey varsa onu da hiçe sayman.
Zaman değişti, artık ne o komşular var, ne de komşuluk hakkı. Ama çok şükür muhbir vatandaşlar iş başında. O
Bir çılgınlık baş gösterdi, herkes birbirini, en çok da ünlüleri, çıkıp sosyal medyadan
15 Temmuz kabusu üzerine fikir beyan etmeye zorluyor.
Instagram’a konulan bütün o dudak büzmeli selfie’lerin, denize uzanmış ojeli ayakların, içilen çay - yenen pasta - pişirilen yemek, okşanan kedi, çayırda hoplayan kuzu fotoğraflarının arasına ülkeye dair bu derece hayati önem taşıyan konuyla ilgili derme çatma birkaç cümle sıkıştırınca bir numaralı vatansever oluyorsun.
Yok, bu konu senin için oralarda harcanmayacak kadar ciddiyse, söyleyeceklerini başka platformlara saklıyorsan, yahut içinden o an cümle kurmak gelmiyorsa üzerine çullanan çullanana. “Hadisene, söylesene, neden susuyorsun? İnsanlar ölmeye gitti, duyarlı olsana” Tabii bunlar temsili olarak buraya yazabildiklerim, siz üzerine, aklınıza gelen gelmeyen bütün küfür, hakaret ve tehditleri ekleyin. Ve hepsinin duyarlılıktan olduğunu varsayın. En duyarlı, en vatansever onlar. Adları sanları belli değil, saklanmışlar sanal kimliklerin arkasına, klavyenin başından bir an kalkıp kapıdan burunlarını uzattılar mı, bilme imkanımız yok ama en kahraman onlar. Şayet bu arkadaşların elindeki duyarlılık cetveline uymuyorsanız,başınıza
"Şu anda dünyanın neresinin güvenli olduğundan yüzde yüz eminsiniz?” sorusuna gözü kapalı kaç ülke sayılabilir, bilemiyorum. Şiddet öyle sınırların içine hapsedilip zaptedilebilen bir şey değil, dolaşım engeli tanımıyor. Adalet Ağaoğlu’nun “Kozalar”ını şimdi Pangar Tiyatro Avignon Festivali’nde oynuyor, keşke bir an önce İstanbul’da görebilsek. O zamana kadar metnini okuyun derim; kapının dışında sandığın şiddetten içine kapanarak nasıl korunamayacağını öyle güzel anlatıyor ki.
Ama anlıyorum, insanlar kendilerince daha güvensiz buldukları yerlere gitmeme hakkına sahip, sonuna kadar. Gezmek için de olsa, daha önceden planlanmış bir sanat etkinliği için de olsa, şu an Türkiye seyahat için cazip olmayabilir.
O yüzden neden Muse ya da Skunk Anansie Türkiye’ye gelmekten son dakikada vazgeçti diye sormuyorum. Belki kendileri için, belki de konsere gelecek kalabalığın güvenliği için endişe etmiş olabilirler. İnsanların zor zamanlardan geçerken dayanışması iyi bir şeydir ama yapamayana da kızılmaz. Üzüntülerini bildirmişler, sevgilerini yollamışlar, “İlk fırsatta görüşme” dileklerini iletmişler. Pekala, bekleriz, biz buradayız.
Ama İzmir’deki konserini iptal ederken bir de yanında “Bugüne
Çok korktuk, evet. Sokaklarda insanlar para çekmek için ATM’lerin, yiyecek stoklamak için büfelerin, evlerine dönebilmek için taksi duraklarının önünde uzun kuyruklar oluştururken yüzlerinde ne olacağını bilmedikleri günlerin endişesi vardı cuma gecesi.
Ellerde koca pet şişelerde sular, kulaklarda telefon, herkes en yakınındaki eşinin dostunun evine sığınıyor. Birlikten kuvvet doğar belki. Böyle zamanlarda yalnızlık zor.
Sonra daha da çok korktuk. Ekranda canlı canlı meclisin bombalanmasını izlerken, biz Bağdat’ı izlemeye alışığız da bombalanırken, Ankara olmaz, olamazdı. Oluyormuş, gördük.
TRT spikeri sesi titreyerek darbe bildirisini silah zoruyla okuduğunu anlatırken, gözümüzün önünde CNN Türk yayını basılıp kesilirken korktuk. Nereye gidiyordu olaylar?
Bir korkunç patlama oldu sonra, bulunduğumuz bina baştan aşağı zangırdadı. Bomba atılıyor sandık, yerlere fırlattık kendimizi. Sağda solda şangır şungur patlayan cam sesleri. Sokaktan gelen silah sesleri. Camiden yarım saatte bir okunan sela sesi.
Bir ara baktım, tanıdığım-tanımadığım komşularım gelmiş, evde cam pencere olmayan bir alana tıkılmışız hep beraber. Bomba değil binayı sarsıp kornişleri yerinden söküp camları
“Film gerçek oldu”. Genellikle hoş tesadüfler için, romantik durumlar ve gerçekleşen hayaller için kullanılan bir ifade. Ama annelik müessesini biraz da fazla acımasız bir yerden tartışan bir film gerçek olunca, o kadar sempatik görünmüyor göze.
Geçen yıl ‘Aç Kalpler’ diye bir film izlemiştik Başka Sinema salonlarında. Tatlı başlayan bir aşk hikayesinin, çiftin bebeklerinin doğumuyla adım adım kabusa dönüşmesini anlatıyordu.
Daha doğumda hastaneye, zorunluluktan ötürü kendisine müdahale etmeye çalışan doktora, anesteziye, ilaca, velhasıl toptan modern tıbba karşı çıkan anne, kendisiyle beraber bebeğini de vegan beslenmeye, giderek de neredeyse açlığa mahkum ediyordu. Bebek büyümüyor, baba çaresiz, babaanne öfkeli, durum da içinden çıkılmazdı.
En çok “Bir annenin bebeği üzerindeki hakkı nerede başlar, nerede biter?” diye düşündürüyordu film sonunda. Çünkü o malum ve kutsal “Bebek annenindir” inanışı “Anadır, çocuğunu ölüme mahkum etse de hakkıdır”a varıyordu ve çaresiz kalan baba ile babaanne vahşi yollara başvurmak zorunda kalıyordu.
Milano’daki bebek olayı
Bu hafta bir haber okuduk, Milano’da mahkeme vegan beslenerek büyütülmeye çalışılan bir bebek anne ve babasından almış. İddiaya
Tüketim ile paralel artan bir şey, ‘sadeleşme’ arzusu. Hani sanki birileri gırtlağımıza basıyormuş gibi -ki bastıkları da söylenebilir aslında- ihtiyacımız var mı yok mu düşünmeden satın alıyoruz, alıyoruz, sonunda bir bakıyoruz evde biz değil eşyalar yaşıyor. Bize araya bir yerlere sıkışmak ve de kredi kartı taksitlerini ödemek düşüyor. Bunun adını da hayat zannediyoruz.
Ya da çok geç olmadan yaşamanın bu olmadığını fark edip ‘sadeleşmenin’, çula çaputa değil daha sahici şeylere bağlanmanın yollarını arıyoruz. Dilara Erdem Gökhan Pişkin çifti gibi.
Onlarla bu hafta instagram’da tanıştık. “Sadeleşiyoruz” diye bir hesap açmışlardı. “Biz, daha az şeye sahip olarak daha sade bir hayat yaşamaya karar verdik” diyorlardı. Nasıl yapacaklardı bunu? Alıp çok az kullandıkları, hatta belki hiç kullanmadıkları eşyaları instagram hesabından satarak.
Göz açıp kapayıncaya kadar elden ele yayılan, facebook sayfası bir gün içinde 60 bin kişi tarafından ziyaret edilen kampanya, şu anda “Biz de sadeleşebiliyor muyuz?” diyen sayısız insana ulaşmış durumda.
Dilara Erdem hiç tahmin etmedikleri bu ilgiye çok şaşırdıklarını anlatıyor. Kendilerinden beklenti yüksek ama aslında bu hâlâ hayalleri